Yerel nefesliler toplamı bir kadın: Sonja Sıegert

Özgür Politika / 12. 02. 2000

Anne tarafı Alman ve babası Avusturyalı olan Sonya Siegert, 27 Mayıs 1972’de Münih’te doğdu. Siegert, yanlış zamanda yaşadığını düşünenlerden biri. Kendini hatırladığı günden bugüne kadarki yaşamını kanıt olarak sunuyor; arayışı hep sonsuz kalacak. Yanlış zamanın doğru anları peşinde koşturuyor adeta. Doğru anlarda kesişeceği insanları arıyor dünyanın gidebildiği her yerinde.

Hep kısacık oturur, daha çok yürür ve mümkün olduğunca az uyur. İnsan, ister istemez doğduktan ne kadar sonra yürümeye başladığını merak ediyor onun. Siegert, gülümsemeyi, yüzünden eksik etmediği temel mimiklere biteviye katan bir kadın. Sarı saçlara, geleneksel beğeni kantarına vurulduğunda, düzgün bir fiziğe sahip. Ama o, kesinlikle sıcak kanlılığıyla çekiyor insanları. Canlı, kıpır kıpır, durdurak bilmez bir kadın. Kadınsılığından çok, insana saymakla bitiremeyeceği korkusu veren aktiviteleriyle hayranlık uyandırıyor. Tanışanın ilk izlenimlerini çokça boşa çıkaran, dal ga dalga sürprizler yayan bir kadın, bir öğrenci, bir öğretmen, bir müzisyen, bir seyyah. Öğrenmekten yana öylesine iştahli, öylesine doyumsuz ki iyice tanıyana kadar, onu toy ve saf bulabilir, ağzı açık bırakılacak bir hayrana çevriceğinizi sanabilirsiniz.

Büyükbabası ve anneannesi opera sanatçısı olan Sonya Siegert, yine müzik düşkünü olan babasının teşfikiyle, yedi yaşında piyano öğrenimine başladı. Bir öğretmenden ve evde özel ders aldı. Sekiz yaşından sonra, iki yıl akordiyon çaldı. Üflemelilere, yanflütle 14 yaşında geçti. „Yanflütü, radyodan dinleyerek sevdim. Bunun farkında olan ailem, bir yılbaşında hediye olarak bana yanflüt alınca, müzik serüvenim değişik bir yola girdi“ diye anlatıyor. Sekiz yıl bir müzik okuluna devam etti. Okulu bitirdikten sonra, bir yıl aynı okulda öğretmen olarak görev yaptı. O günden sonra, hiç öğrencisiz kaldığı olmadı. Müzikle ilgili hazırladığı bir seminer için oturup kendisi bir üflemeli enstrüman yaptı. Uzaktan, bizim karasabanı andıran bu enstrümana yakından bakınca, kocaman kafalı bir yılanın kavallaşmış hali olduğunu anlıyorsunuz.

Sıra yüksek öğrenime geldiğinde, Viyana Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü kazandı. Okudu ve mezun olduğunda, ülkesindeki mimar işsizlerin sayısını çoğalttığını gördü. Çıkmaz bir sokağa girer gibi çıktı üniversiteden. Yine de bir çıkış yola bulabilir miyim, diyerek, iki yıl Yunanca eğitimi gördükten sonra, „Erasmus Programı“ kapsamında bir yıl Yunanistan’da çalıştı. Ülkesine döndüğünde, mimarlığı sürdürecek bir ortam bulamadı. Zaten bu meslekte yarım sayılacak bir gönüllülüğü vardı. „Mimaride yapılarla, nesnelerle uğraşıyor insan. Oysa ben, oldum olası insanlarla uğraşmak istiyorum. Bu yüzden gezmeyi çok seviyorum“ diyor. İnsanlarla uğraşma isteğine uygun bir bölüm hesabıyla, 1996’da Viyana Üniversitesi Etnoloji Bölümü’ne yaptırdı kaydını. Yoğunlaştığı alan ise Türkoloji. Geçen yazı bu yüzden İstanbul’da geçirdi. Hem dil öğrenmeye çalıştı, hem ney dersleri aldı.

Bisikletim uçar gider

Eğer kar-kış değilse, bardaktan boşanırcasına döktüren bir yağmur yoksa, mutlaka bisikletle dolaşıyor Viyana’da. Kendine ait bir arabası olmasına rağmen. Avantaj ve kolaylıkları yüzünden toplu taşımacılğın örnek gösterildiği bir kentte yaşamasına aldırmadan. Bisikletle ulaşım, ayırıcı özelliklerini çoğaltan bir tercih onun için. Gün gelir, Güney İspanya’yı bisikletle dolaşma serüveni için yapılır bu tercih. Başka bir dönem, geçimini sağlamak için, başka alternatifler de varken, bilinçli olarak ve hem de tam üç yıl bisikletli kuryelik yapar Viyana’da. Anne-baba, diğer iki kardeşe olduğu gibi ona da yardıma her zaman hazırdı. Ama o, „gezgincilek benim tercihimdi. Kendi ihtiyaçlarımı kendim karşılamalıydım. Zaten seyahat için çok da para gerekmiyor“ diyor.

O batıda doğmuş, doğulu bir göçebe! Durmaksızın, kent kent gezmek, görmek, anlamak istiyor dünya insanlarını. Bir ülkeye, bir kente bağlı kalmanın düşüncesi bile boğuntu veriyor. Rimbaud’nun gitmek üzerine şiire düşürdüğü imgelerden ilham kapmış da yerel enstrümanların notalarında arıyor perisini. Almanya, Hollanda, Portekiz, İspanya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Suriye, Libya, Mısır, Lübnan, Türkiye, İsrail, Pakistan…

Siegert’in yaşamını özetlemenin yarısı, ‘gitmek’ fiilinin bütün çekim hallerinin toplamı. „Seyahat ederken, çok şey öğreniyor insan“ diyor ve ekliyor: „Ama seyahat bisikletle çok farklı. İnsanlarla daha çok ilişki kuruyorsun. Giyiminle, kalacak yerle fazla uğraşmıyorsun. Bazı ülkelerde, ailelerin yanında kaldım. Onların yaptığı günlük işleri, onlardan biri gibi ben de yaptım. Onları da kendi ülkemde görmek ve ağırlamak isterim her zaman. Ancak bu pek kolay olmuyor.“ Adeta bunun boşluğunu doldurmak için, her yıl evinde büyük bir parti düzenliyor. Partinin özelliği, Viyana’da yaşayan mümkün oldukça her etnik kökenden insanın bir araya gelmesi. Böylece, gittiği ve gezdiği ülkelerden kimisinin insanlarıyla kendi ülkesinde, kendi evinde buluşmuş oluyor.

Suriye’de flüt çalan Viyanalı

Yaşamını özetlemenin bir yarısı, ‘gitmek’, öbür yarısı, gittiği yerde bulabildiği nefesli enstrümanları edinmek ve çalmayı öğrenmekten ibaret gibi. Ülkeler, kentler, enstrümanlar… Çalışma odasına adım attığınızda başka bir ülkeye gitmiş sanırsınız kendinizi. Duvarlardaki, dolaplardaki, masadaki dünyanın değişik bölgelerinden getirilmiş nefesli enstrümanları izledikçe, bu ülkede tek geçer akçenin nefes olduğu sonucuna varırsınız. Üflemenin tanımlanamayan bir marifet sayıldığı bir ülke! Başka ülkelerin yerel üflemeli enstrümanlarıyla donatılmış bir ülke. Meksika’dan ‘qena’, Hindistan’dan bir yerel kaval ve yanflüt, Suriye’den mey, Türkiye’den ney, Kuzey Amerika’dan ‘lakota’, Amerika’dan kocaman bir nazarlığı andıran ‘okarina’, Peru’dan panflüt, Mısır’dan ‘rebab’, Avusturalya’dan ‘kastanyet’, Tayland’dan ‘maultrommel’, Ürdün’den bir Bedevi kavalı…

Siegert, „basit ve doğal enstrümanları tercih ediyor ve çalmayı seviyorum“ diyerek, yerel çalğıların peşinde koşturmasının sırrını biraz da olsa açık ediyor. Akla gelebilmiş ve el emeğiyle meydana getirilmiş her türlü nefesli enstrümanın peşinde koşarken kendini bulduğu ülkelerden biri Suriye olmuş. Suriye’de bir parkta, iki ay boyunca flüt çaldı. Parkın bekçisi, onun tek kelime anlamadığı Arapça şarkılarıyla, flütten çıkan melodilere eşlik etti.

Neyzenlerin izinde bir piyanist

Neyle tanışma macerasını ise şöyle anlatıyor: „Neyi ilk kez, Beyazıt’taki bir kitapçı ve kasetçide dinledim. Çok etkilendim. Kitapçı, beni Kapalıçarşı’daki bir ney hocasıyla tanıştırdı. Eski bir medrese hocası. Çok saygılı, hümanist bir insandı. Ney dersi aldım ondan. Bir ara Konya’ya gittim. Mevlana’nın türbesini gördüm ve orada da ney dinledim“ Daha önceleri ülkesinde ve Yunanistan’da, birçok klasik müzik orkestralarında piyono ve yanflüt çalan Siegert, son dört yılda, doğu müziklerine yönelmişti. Doğu makamlarını çekici kılan ne olabilirdi? İşte Siegert’in bu soruya verdiği yanıt: „Oriental makamlar çok farklı. Örneğin ney dinlerken düşünmüyorum. Arınıyor, dinleniyorum. Klasik müzikte çok harmoni var. Aynı anda çok ses çıkırılıyor. Oriental müzik daha dingin ve duru.“

Topladığı enstrümanların içinde, tacı neye giydirmiş sayılır. İyi bir neyzen olmak için çırpınıyor şimdi. Bulgaristanlı Müslüman, Türkiyeli Türk ve Kürtlerden, doğu enstrümanı çalan Avusturyalılardan oluşan müzik gruplarından ‘Kunterbund’ ve ‘Taksim’in elemanlarından biri olarak sahnelerde. Ney ya da yanflütle buzukiye, uda, bağlamaya, bendire, bakavaça, gitara eşlik ediyor.

Beri tarafta, halâ hem etnoloji okuyor, hem üç ayrı doğulu müzik grubunda ney ve yanflüt çalıyor; hem ney, Arapça, Latince, Osmanlıca, Türkçe dersi alıyor; hem de seyahat etmiyorsa, mutlaka onlarca çocuğa, müzik ve geometri öğretiyor. Her bulduğu üflemeli yerel enstrümanı biriktirmeyi de ihmal etmiyor.

huseyin.simsek@gmx.at