Şimşek: Türkü ezberlemekle başladı her şey!

ALİ RIZA ULUCAN / Öneri, Ocak 2000

Viyana – Zamanın her diliminde, insanların ve insanlığın onurlu bir yaşama sahip olmasını isteyen aydınlar çıkmıştır. Ama ne bu özleme ulaşmışlar, ne de böylesi önerilerde bulunan aydınlara uzun müddet söz hakkı tanınmıştır. Bu aydınlar ya cezalandırılmış (hapse atılmış) ya da vatanlarından uzaklaşmak zorunda bırakılmıştır. Bu aydınlar ne istemiştir? Gelir dağılımının eşit olduğu, kişi hak ve özgürlüklerine saygı gösterilen, üreteni bol ama yoksulu yok, çalışanı çok ama işsizi olmayan, düşünce ve yazma özgürlüğünün kısıtlanmadığı bir dünya!.. Ne yazık ki dünyamızda, bu düş ülkesinin çok uzağındayız. Gazeteci, yazar, şair Hüseyin Şimşek de bu olguları yaşamış biri. Şimşek, siyasi mücadele ve yazın alanlarıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Yazarların, şairlerin yazma serüvenleri hep merak edilir. Seni, gazeteciliğe ve yazarlığa götüren etmenler neler oldu?

Hüseyin Şimşek: Aslında, oldukça klasik bir yazmaya başlama serüvenim var. Önce türkülerle başladım. Yatılıda, ortaokul yıllarımda, ezberlemek için türkülerle doldurduğum bir hatıra defterim vardı. Ki o defteri hâlâ korur ve saklarım. Zamanla, o deftere yazdığım türkülerin benzerlerini kendim karalamaya başladım. 1974-76 yılları arasını kapsayan bu dönemi, Tercan’da geçirdim. Liseye İstanbul-Tuzla’da devam etmem, yani ülkenin en büyük kentine adım atmam, bir dönüm noktası oldu. Daha 15 yaşlarında falandım, kendimi yoğun bir politik faaliyet içinde buldum. Aynı dönemde, Nazım Hikmet’in, Ahmet Arif’in şiiriyle tanıştım. Ne kafiye, ne ölçü zorunlulukları vardı. Aklım türkülerde kalsa da liseli yıllarda ben de serbest vezinli şiirler yazmaya başladım. Lise ikinci sınıfta, Tuzla Lisesi’nde yapılan şiir yarışmasında, “Jüri Özel Ödülü” aldıydım. Bir de roman denemem vardı. 19 yaşında, 1981 Mart’ında gözaltına alındığımda, 100 sayfa kadar ilerletmiştim.

Peki, hapisanede devam etti mi yazma işi? Ettiyse nasıl?

Hapisanede, birçok insan şiir yazardı. Bu, biraz da mecburîyettendi. Hani hevesiniz olsa da öyküler, hele ki roman hiç yazamazdınız. Olanaklar elvermezdi buna. Sayfalarca öyküyü, romanı saklamak, korumak sorundu bir kere. Dışarıya da çıkaramazdınız. Şiirleri hem saklamak kolaydı, hem de arada bir mektuplara serpiştirip dışarıya çıkarmak. Yani, ben de içerde olduğum sürece öyküyü ve romanı unutup, şiir yazmaya gayret ettim.

İçerde yazdığın şiirleri dışarıya çıkarabildin mi? Çıkarabildiysen, ne oldu onlar?

Dışarıya çıkarabildiğim şiirlerin adedi, sanırım 20-25 civarında. Sevgili annem, ona yazdığım bütün mektupları ve dolayısıyla o mektuplardaki şiirleri gözü gibi korumuş. 1985 Eylül’ünde tahliye edildiğimde, yani yaklaşık beş yıl sonra, hepsini bana teslim etti. İçerdeyken yazdığım o şiirlerin hiçbirini yayınlatmak istemedim. Hemen hepsi, slogan şiirlerdi çünkü. Bir de şiirle giriş yapmaktan ziyade, romana doğru güçlü bir eğilimim vardı. Nitekim, 1987 yılında çıkan ilk edebî ürünüm, “Ayrımı Bol Bir Yoldu Metris” adlı roman olacaktı.

Çok yönlü çalışmalar içindesin. Edebiyat alanında şiir, daha çok da roman yazıyorsun. Gazetecilik yapıyorsun ve bu alandaki çalışmalarının ürünü olarak yayımlanmış araştırma kitapların da var. Zaman zaman müzik de yapıyorsun. Senin için esas olan hangisi?

Bu sıraladığın çalışma alanları dolayısıyla, ben kendimi üç parçalı görüyorum. İlk parçada, yazma uğraşı var. Ki edebiyat ve gazetecilik olmak üzere iki kolda yürüyor. Bazen iç içe giriyorlar, bazen birbirlerini dolaylı olarak besliyorlar. Fakat, her halukârda edebiyat ve gazetecilik, aynı parçanın, yani yazma faaliyetimin içinde.

İkinci parça, politik faaliyetlerden oluşuyor. Liseli yıllarımdan bugüne kadar, öyle ya da böyle ama mutlaka bir şekilde politik bir faaliyet, etkinlik içinde olageldim. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki hazetmeseniz de yapmanız gereken şeyler var. Politik faaliyet, benim için bir çeşit görev. Kendimi mecbur hissetmesem bulaşmayacağım. Zira, işini ciddiye alan ve hakkını veren her edebiyatçı, toplumda yaşanan fırtınaları eserlerinde koparmayı amaçlar. Fakat, özellikle de bizimkisi gibi oldukça sorunlu olan toplumların öyle dönemleri vardır ki herkesin politik çabasına ihtiyaç duyulur. Toplumun sıkıştığı böyle dönemlerde kılını bile kıpırdatmayan, ne aydın olabilir ne de sanatçı.

Daha geri planda kalan üçüncü parçada müzik yer alır. Zaten, ilk insanî faaliyetlerin de başlıcalarından biri olan müzik, hemen hepimizin ilk gözağrısı değil midir? Doğar doğmaz müzikle tanışırız. Bu tanışıklık ömür boyu sürer gider. Bütün insanların yaptıkları ortak şeylerin arasında, istisnası en az sayılan faaliyet, müziğe en azından dinleyici olmaktır. Yani, ilk insandan bugüne, duygu ve düşüncelerimizi melodik, harmonik, polifonik gibi biçimlerde düzenleyerek aktarmaktan vazgeçemiyoruz.

Bu üç parça ya da alanda, benim için esas olan, ağırlık verdiğim, yazma faaliyetimdir. Şiir, roman, makale, dizi yazı, söyleşi, röportaj, deneme, portre… Ne zaman, hangisinin önde olacağı, o anın koşullarına bağlı.

Bir buçuk yıldır Viyana’da yaşıyorsun. Yukarıda sıraladığın faaliyet alanlarını gözönünde tutarak soruyorum: Burada nasıl gidiyor hayat?

Avusturya’da, çalışma hakkım henüz yok. Çalışma hakkım olsa da iş bulmam kolay değil. Mesleğim, yani gazetecilik a’dan z’ye dille yapılan bir meslek. Bu ülkenin dilini bilmiyorum, öğrenmem lazım. Ama bu da yılları bulabilir. Yani özcesi, Avusturya’ya gelmemle gazetecilik aksadı. Buradaki zamanımın çoğunu, edebî çalışmalar için harcıyorum. Şiirler biriktiriyor, oldukça hacimli bir roman üzerinde çalışıyorum.

Bir yıl kadar bir süre önce, bir grupla birlikte, “Öneri” adlı bir dergi çıkarmaya başladın. Bu dergi etrafında bir araya gelen grubu biraz anlatır mısın?

Viyana’da kalışım kesinleşince, şöyle düşünmeye başladım: Benim, burada belli bir yaşam tarzı oturtmam epey bir zaman alacağa benziyor. Edebî çalışmalardaki yoğunlaşmaya rağmen, boş zaman çok. Beri tarafta, ne de olsa serde gazetecilik de var. Viyana’ya gelişimin daha ikinci ayında insanlara sözlü çağrılar yapmaya başladım. “Gelin bir dergi çıkaralım”, diyordum. Başarısız denemeler yapılmış daha önce, pek kimseyi ikna edemedim önceleri. Ben de tek başıma işe koyuldum, ama daha ikinci sayıda iki kişi olduk. Sonra üç kişi ve derken çoğaldık. Şu anda, Öneri dergisinin çevresinde 15-20 kişi var.

İlk sayılarda, böyle bir derginin neden gerekli olduğunu yazdık daha çok. Türkiye’den gelen ideolojik, politik dergiler izleniyordu sadece. Oysa, biz burada yaşıyorduk ve buradaki iletişim ayağımız kopuktu. Halbuki, eğer bu ülkede yaşıyorsak, her birimizin sadece Türkiye’ye ayarlı değil, Avusturya’da da ideolojik bir konumu, politik bir tutumu, sanatsal ve edebî bir üretimi, etkinliği olacaktı, olmalıydı. İşte Öneri dergisi, böyle bir ortamda ve gerçek bir ihtiyaca karşılık gündeme geldi. Şu anda, derginin etrafında biriken üç ayrı kuşak var. En az olanlar ise, kendi kuşağımdan olan “eski tüfekler”! Her birimiz farklı farklı politik geleneklerden geliyoruz. Devrimcilerin, ortak iş yapmaya ihtiyacı olduğuna inanıyor ve hep birlikte Öneri’yi omuzluyoruz.

Yer verilen konular, yazı türleri açısından bakıldığında, Öneri dergisi nasıl bir yayın?

Viyana’daki Türkiye kökenli göçmenlerin ideolojik, politik, ekonomik, sanat ve kültür alanlara yönelik ayrı ayrı dergiler çıkarması henüz mümkün değil. Böyle bir potansiyel yok. Dolayısıyla, Öneri dergisi bu alanların tümünü kapsamak durumunda. “Kültür dergisi” diyoruz, ama “kültür” kavramını en geniş anlamda kullanarak!

Kendi yazın çalışmaların ve yayıncılık dışında, etkinlik olarak neler yapıyorsun?

VTİD’de tiyatro, şiir ve müzik çalışmaları yaptırdım bir dönem. Birçok söyleşiye katıldım, bir dizi konferanslar verdim. Panellere, şiir dinletilerine konuk oldum. Kitap yazmakla yetinmek bana göre değil. Sahnelerde, alanlarda ya da sokaklarda olmak, güncel etkinliklerin içinde yer almak da önemli.

Varlığından söz ettin. Yeni kitap çalışmaların ne durumda, hangi aşamada?

Viyana’ya yerleşeli beri üzerinde çalıştığım, “Bu Nasıl İstanbul” adlı roman dosyam, yayına hazır sayılır. Şu sıralar, son bir okuma daha yapıp, kimi rötuşlar atıyorum. Bir de şiir dosyam var yayımlanmaya hazır. İkinci şiir kitabım olacak bu eserin adı ise, “Yüzünüz Karşı Duvar”. Yayınlatma konusunda önceliği hangisine tanıyacağım? Bu sorunun cevabı, günden güne değişip duruyor. Ama bana öyle geliryor ki önce roman çıkacak.

Son bir soru: Avusturya’ya gelişinden memnun musun?

Memnun olduğum  haller de var, olmadığım da. “Boğulmuş” demekten çekinmediğim bir kentten, İstanbul’dan geldim buraya. Öte yandan, mecburdum gelmeye, yoksa şimdi hapiste olmak da vardı. Neredeyse bütün ailem burada, yani aslında pek de sürgün sayılmam. Dolayısıyla, kendi ülkesinde hapiste olmaktansa, yabancı bir ülkede göçmen olmak daha iyi gibi. Ki Viyana, birçok açıdan tam bana göre bir şehir! Fakat, her halukârda madalyonun bir de öteki yüzü var: Ömrümün yarısı o ülkede, yarısının yarısı İstanbul’da kaldı. Eşim, dostum, arkadaşım, yoldaşım kaldı. Dolayısıyla, şimdilik bir “kurtuluş” gibi görünse de sadece bir yanımı getirebildim buraya. Hele ki İstanbul depremlerinin yaşandığı günlerde, hapislik riskine rağmen burada kalma konusunda çok zorlandım. Defalarca dönme kararı aldım ama her defasında bir sebep durdurdu beni. Yani, sorun sadece buradan memnun olup olamamakta değil; oradan, her şeye rağmen bir türlü kopamamakta da! İnsanın kendi yurdunda el gibi yaşaması, nerenin gurbet, nerenin vatan olduğunu artık seçemez oluşu, bir çeşit zulüm. Bu pencereden bakınca, kendimi sık sık “yurtsuz” hissediyorum.