Edebiyatçı, yüreği sökülen dünyaya cansuyu olmalı

ŞEMS’İ SÜMBÜLTEPE

Viyana – Hüseyin A. Şimşek’le yaklaşık yirmi yıl önce tanıştığımda sadece gazetecilik yönünü biliyordum. Tanışmamız, çıkarılmasına önayak olduğu ve genel yayın yönetmenliğini yaptığı aylık Öneri gazetesi sayesinde gerçekleşti. Viyana merkezli, (Türkçe ve Almanca olmak üzere) iki dilli bir gazeteydi bu. Şimşek’in hem gazetede yazma olanağı sağlayarak, hem de organize edip yönettiği atölye çalışmalarıyla Avusturya’daki Türkiye kökenliler arasından gazeteci, yazar ve şairler çıkmasında önemli katkıları oldu. Onun yazarlık ve şairlik yönünü ise sonraki yıllarda öğrenecektim.

Onu, Viyana Alevi Toplumu derneğinin çatısı altında organize ettiğim seri şiir dinletilerinin 11 Ocak günü gerçekleştirdiğimiz dokuzuncusunda konuk ettim. Genel olarak edebiyat, özel olarak şiir üzerine sohbetin, şiir okumaları ve müzikle dengelendiği bir program oldu. Etkinliğimize bağlamaları ve sesleriyle katkı sunan müzisyenler Nusret Fırat, Bahtiyar Eroğlu ve Mehmet Gazi idi. Şimşek’le sobetimizi yazılı halde, Şimşek’in de yazarları arasında yer aldığı Son Haber gazetesinin okurlarıyla paylaşmak istedim.

Edebiyata ilgin hangi alanda, ne zaman ve nasıl başladı?

Şimşek: 1960’lı yılların ikinci yarısıydı, 5-6 yaşlarındaydım henüz. Tercan’ın küçük bir mezresi olan Yavanenci’de yaşıyorduk. Biri yaşlı ve aksak olmak üzere iki atımız vardı. İkinci atımız, ilkinin yavrusuydu. Benimle aynı evde doğmuş o tay büyümüş, alımlı çalımlı bir binek hayvanı olmuştu. Köyler arasında yola koyulan düğün alaylarının müjdelerini, rakiplerini geride bırakarak getirecek kadar hem de! Amcam, yılda bir kez mezremize -daha çok kalay işleri için- gelip bir hafta kadar konaklayan Romanlara yaşlı atımızı verip bir pikap aldı. Az sayıda -sanırım 15 kadar- plakla birlikte! O günden sonra ilçeye inen, şehire giden, mevsimlik gurbete çıkan her aile bireyinden heyecanla getirmesini beklediğimiz şeylerin başında yeni çıkmış bir plak yer alır oldu. Ailenin ilk torunu olarak, sadece evin içinde değil, mezredeki yaşlılara köy odasında ya da bazen damların başında, kadınlara ise geniş damlarda plak çalarak müziğe, ozanlığa meylettim. Plaklardaki türküleri, deyişleri ezberler, kuzuların ardı sıra yazı yabanda dolaşırken bağıra çağıra söylerdim. En büyük derdim, “iğne”nin kırılması ve pillerin bitmesi olurdu. Bekle ki biri ilçeye insin! Bizim mezrede bakkal dükkânı yoktu çünkü. Komşu köylerin bakkallarında ise “pikap iğnesi” bulmak imkânsızdı.

Eğitim yaşım geldiğinde, mezremizde okul olmadığı için, aynı zamanda ata köyümüz olan komşu Pelegöz köyündeki yakın akrabamız bir ailenin, dedemin en küçük kardeşi Yusuf Amcamgilin evine yerleştirildim. Köylük bölgelerin o zamanki hali düşünüldüğünde, sanatçı bir aile sayılırdı bu. Yusuf Amcam zurna, kaval, mey çalıyor; oğlu Cömert Abi ona davulla eşlik ediyordu. Ama Cömert Abi’ye ait bir de bağlama asılı duruyordu odanın duvarında. Radyoda ne zaman bir deyiş çalınsa, Cömert Abi’yle kaleme, kâğıda sarılır, sözlerini yazmaya çalışırdık. Eksiksiz yazmak çok kolay olmazdı. Ben de kimi dizeleri aklımda tutmaya çalışır, oyun tadında, katkı sunmak isterdim onun bu çabasına. Sonra, Cömert Abi yeni türküyü çalma denemelerine başlardı. Ara ara istersem bana da öğretebileceğini söylerdi. Çok isterdim, ama çok utangaçtım, üç yıl boyunca “olur” diyemedim. Son yıl, “Kağızmana ısmarladım” türküsünün girişini çalmayı öğrenerek, ilçe merkezinde yeni açılan parasız yatılı okula devam ettim. Türküler, deyişler dinlemeye, ezberlemeye ve söylemeye çalıştığım bu süreç, halk şiirinin haberdar olup sevdiğim ilk edebî tür olmasını sağladı.

Yatılı okulda bu süreç kesintiye mi uğradı, yoksa devam mı etti?

Şimşek: İlçe merkezindeki yatılı okul, benim ilkokul dördüncü sınıfa devam edeceğim yıl, yani 1972-73 öğrenim döneminde hizmete girdi. Şiire yönelim, yatılıda artarak devam etti. Bayram kutlamalarında, kürsüye çıkıp birkaç okulun kalabalığına şiir okuyan sayılı öğrencilerden biriydim. Tatillerde mezremize geri dönüyor, pikap ve radyo dinleme olanağı buluyordum. Ezberleyip söylemek istediğim türküler için bir defter tutmaya başladım o yıllarda. Ortaokula başladığım yıldan itibaren, düzenli bir şekilde yatılı okulun kitap kolu başkanlığını da yaptım. Bu, kütüphanede daha fazla zaman geçirmemi, çok sayıda Cumhuriyet dönemi şiir, öykü ve roman türü kitaplarından haberdar olmamı sağladı. Daha çok da öykü ve roman okumayı tercih ettiğimi fark ettim. İşte o yıllarda, ‘yazar olmak’ da aklımın bir ucuna ilişti. ‘İlişti’ diyorum, çünkü o yıllardaki idolüm Cömert Abi yatılı okulda beni ziyaret edişlerinin birinde küçük bir bağlama hediye etmişti ve bu, saz çalmayı öğrenme, türkü söyleme, türkü sözü yazma isteğimi diri tutuyordu hâlâ.

Ailem 1975’ten beridir orada yaşadığı için, 1977 yazı başında ben de -yatılıda ortaokuldan mezun olup- İstanbul’un sakinleri arasına katıldım ve liseye Tuzla’da başladım. O yaşlardaki bir genç için fazlasıyla yoğun bir politik faaliyet içinde buldum kendimi. Bu hal, edebiyata ilgimi sınırladı elbette, ama ortadan kaldırmadı; o güne kadar bihaber kaldığım Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin gibi şairlerle tanışmamı engellemedi. Ne kafiye, ne ölçü kullanıyorlardı! Şiire olan ilgim bir dönüm noktasındaydı. Aklım hece ölçüsünde, kafiyede kalsa da ben de serbest vezinli, kafiyesiz şiirler yazmaya başladım. Okulumuzun şiir yarışmalarına katıldım, ödüller aldım. Fakat aynı dönemde, bir yandan da el attığım her nasıl bir konuysa uzun, ayrıntılı, kanıtlar ve örneklerle yazma isteğim güçlendi adım adım. Şiiri bırakmadan -çok sevdiğim edebiyat ve kompozisyon dersleriyle bağlantılı olarak- öyküler yazmaya başladım. Roman yazmaya da ilk kez o günlerde yeltendim. Liseden mezun olduğum yıl, 12 Eylül 1980 günü askeri darbe gerçekleşti. Ben, 1981 Mart’ında gözaltına alındığımda on dokuz yaşındaydım. Kendimce şiirler, öyküler biriktirmiş, ilk roman denememi yüz sayfa kadar ilerletmiştim.

Uzun yıllardır medya alanında çalışıyorsun. Gazetecilik mesleğine ne zaman, nasıl başladın?

Şimşek: Yaklaşık beş yıl sonra, 1985 sonbaharında tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildim. Üniversite okuyacağım yıllar hapiste geçmişti. Artık giriş sınavlarını kazanma şansım da çok azdı. Gazeteciliğe “alaylı” başlamanın yollarını aramaya başladım. 1 Ocak 1987’de İstanbul’da gazetecilik mesleğine ilk adımımı attım. İstanbul’daki gazetecilik hayatım yaklaşık 12 yıl kadar sürdü. 1998’e kadar çok sayıda haftalık, aylık dergi, günlük gazete, radyo ve yayınevlerinde çalıştım. 2 Mayıs 1998’de Avusturya’nın başkenti Viyana’ya yerleştim.

Avusturya’ya geldiğin ilk aylardan itibaren dergi, gazete çıkarmakla bilindin. Gazetecilik burada nasıl devam etti?

Şimşek: Ailem, 1980 başından beridir bir “misafir işçi ailesi” olarak bu ülkede yaşıyordu. Viyana’daki ilk yayıncılık dönemim, 1999-2001 arasında gerçekleşti. Aylık Öneri gazetesini, fotokopi tarzında çıkardık 18 sayı. 2002-2004 arasında, Viyana Entegrasyon Fonu’nun Türkçe aylık dergisi Viyana Postası’nda çalıştım. Mart 2004’ten 2010’na kadar ise, Öneri gazetesinin ikinci yayın dönemini ofset baskı ve büyük ebatta sürdürdük. 2007-2013 arasında televizyon gazeteciliği yaptım. Yol Tv’de ekrana gelen çok sayıda aylık haber programları ve belgeseller hazırladık. 2016’dan itibaren internet gazeteciliği dönemine girdim ben de. Sırayla hallac.org, toterwinkel.at ve gazeteoneri.at’de genel yayın yönetmeni ve köşe yazarıydım. 2018’den beridir (Artı Gerçek, Son Haber, Eskimiyen gibi) çevrimiçi yayınlarda yazmaya devam ediyorum.

Aslında, sanat alanından hayatına ilk giren müzik olmuş. Roman, şiir, gazete yazılarının yanı sıra müzik uğraşın da var. Kendini daha çok hangisinin içinde görüyorsun?

Şimşek: Lise yıllarında, okul korosunda bağlama çalan üç kişiden biriydim. Ama kendi kendine öğrenme ve az sayıda türküyle sınırlı bir çalıştı bu. Hapisten çıktıktan sonra, Tuzla’dan kalkıp Aksaray’daki Arif Sağ Müzik Okulu’na devam etmeyi denedim, ama sadece birkaç hafta sürdü. Çok geçmeden gazeteciliğe başlayınca, müzik yapmanın hayatımdaki yeri ‘hobi’ denilecek bir düzeyde kalır oldu ve hâlâ öyle devam ediyor. Müziğin hayatımdaki yerini, “sanatsal bir kulvar” şeklinde tanımlayamam.

Diğer iki kulvara gelince, lise son sınıfta romana yöneldiğimi ifade etmiştim. Ama yaklaşık beş yıl kadar sürmüş hapishane hayatımda, şiir, yeniden biricik yazın türüm oldu. Bu, elbette önemli oranda hapishane koşulları dolayısıylaydı. O koşullar, roman bir yana öykü yazmaya elvermedi. Sayfalarca yazıyı saklamak, korumak hemen hemen hiç mümkün değildi. Çok sık ve baskın tarzında yapılan koğuş aramalarında hepsi toplanıp imha ediliyordu. İkide bir yapılan koğuş değiştirmeleri sırasında, sayfalar dolusu yazılarınızı yanınızda götüremezdiniz, istisnasız el konuluyordu. Sık sık yasaklanan mektuplar içinde hacimli yazılarınızı dışarıya çıkaramazdınız da. Oysa, mini minnacık harflerle, sık satır aralıklarıyla yazdığım şiirlerimi bir şekilde saklayabildim ve dahası, önemlice bir kısmını, mektup metinlerinin içine yerleştirerek dışarı gönderebildim. Hapiste yazılmış ve dışarı çıkarılabilmiş şiirlerimin adedi, 20 civarındadır. Hiçbirini yayımlatmak istemedim. ‘Nasıl bir şiir’ sorusuna verdiğim yeni cevaplarda, onları ‘slogan şiirler’ ve “duygusal sayıklamalar” şeklinde değerlendirir oldum. Klişe imgeler ve deyimlerle, beylik laflarla doluydular. Şiir türünün gerekleri kantarına vurduğumda, içerik ve biçim olarak bir hayli basit ve yüzeyseldiler.

Hal böyle olunca, 1987’nin Ağustos ayı içinde, yayımlanan ilk kitabım bir roman oldu. Ama bu, tutuklanmazdan önce giriştiğim roman denemem değildi, onu da bir kenara bıraktım. İlk romanım olan ‘Ayrımı Bol Bir Yoldu Metris’, serbest kaldıktan sonraki iki yıl içinde yazıldı. Yeni şiirler yazma uğraşında ise, bir ayağım hep frendeydi, acele etmek istemedim. İlk şiir kitabım, ‘Sömürge Kentlerin Aysız Geceleri’ adıyla 1992’de yayımlandı. Dolayısıyla benim sanata meyletmemde önce müzik ve şiir vardı, ama kitap haline gelmede roman birinci sırada yer aldı. Özcesi, edebî alandaki üretimim paralel iki kanalda sürüyor: Beş roman, üç şiir kitabı! Hem istek, hem de yazma pratiğimin yoğunluğu terazisine vurulduklarında, roman ağır basıyor.

Edebiyatın günümüzdeki durumunu, edebiyatçının tutumunu nasıl tanımlarsın?

Şimşek: Sinema, televizyon ve nicedir internet; bir zamana kadar edebiyatın en popüler türleri olmuş şiir, öykü ve roman -görünüşe ve yaygın kanıya bakılırsa- elindeki, eteğindeki konuların çoğunu kaptırma sürecinde. Bunu, içerikle ilgili bir erozyon şeklinde tanımlayanlar var. Sinema, televizyon ve internet, basılı edebiyat türlerinin alanını da okur potansiyelini de daralttı. Ben kuşatılan ve daha çok senaryo türü üzerinden zamanın görsel, sanal kanallarına ayak uydurabilen yazılı edebiyatın, kendi mecrasında yeni bir derinleşmeye yönelmesinden yanayım. Aslında bu yeni bir şey de olmayacak. Edebiyat alanında görülen bütün akımlar, ekoller; kuşatma altındaki bu yazılı üretimin darlaşırken derinleşme kavgasının ifadesi olmuştur biraz da. Günümüzün sayısız ve devasa iletişim biçim ve içerikleri, edebiyatı gerçekten de kıldan bir köprünün ortasına sürmüştür bugün. Edebiyatçı kimliğiyle mindere çıkıp, havlu atanların sürüsüne bereket. Her birinin sıvışması kendi kavlince tabii. Oysa üzerinde yaşadığımız, zamanımıza kadarkinden çok daha fazlasıyla yüreği sökülüp alınmış bir dünyadır. Edebiyatçı, ister basılı, ister elektronik, isterse de sesli kitapla, ama illa ki sökülen o yüreğin yatağındaki cansuyu pınarı olarak çağlamalıdır.

Özellikle de şiir için çok kötümser değerlendirmeler yapılıyor. Şiir kitaplarının artık okunmadığını, basılma gerekçesini kaybettiğini, hatta şiirin öldüğünü söyleyenler çok. Ne dersin bu konuda?

Şimşek: Bence, şiire ölüm fermanları yazıladursun, şiir, tarihindeki en has yerine yerleşme aşamasına varıyor bugün. Sonsuz bölünüp parçalanma özelliğine sahip, her bölünüşünde de farklı ve yeni edebi türler doğuran, ama her defasında bu bölünebilme özelliğini koruyan şiir, bir anlamda fazlalıklarını atmaya devam ediyor. Başta müzik olmak üzere, beslediği eski/yeni türler bağrına hançer gibi saplandıkça, doğarken yerleşmeyi murat ettiği o has yeri işaret ediyor. İnsan yaşamında yerleştiği öyle bir has yer ki o, ebediyen başka hiçbir edebi tür dolduramaz. Başta şiir olmak üzere, edebiyat türleri, ilk insanın ifade etme ve sonraki kuşaklara aktarma kanalı olarak aşırı derecede işlevsel bir yükün altına sokulageldi. Tarihi, felsefi, dini, siyasi anlatıları canevinde birer ur olarak taşımak zorunda bırakıldı. Edebi türler, üzerlerine boca edilegelen yüklerden kurtulma şansına da sahip bugün. Bunda belirleyici olacak olan, biraz da edebiyatçının devasa teknolojinin iletişim ve ifade türlerinin “uç beyi” ya da “truva atı” kesilmeyi reddetmesidir. Çokça önemli bir etken de edebiyat alanının kendini her anlamda yenileyebilmeyi sürekli kılmasıdır. Daha iyi bir dünya için ülküler, inançlar, coşkular, kavgalar bitip tükenir mi? Yaratılmış her daha iyi bir dünyanın, yaratılabilecek daha iyi bir dünyası her zaman olacaktır. Aşk, ayrılık, özlem, yalnızlık, acı, mutluluk… Bunlar bitmeyeceğine göre, edebi damar ebedidir.

Senin roman ve şiirlerinin ağırlıklı temalarıyla ilgili neler söylersin?

Şimşek: Köyden köye, köyden kasabaya, kasabadan şehire, şehirden şehire, ülkeden ülkeye tırmanılan basamaklar dizisinden oluşmuş, yani adeta ‘göç merdiveni’ni andıran bir yaşam sürüdüregeldim ben de. Bu hallere, edebi ürünlerimde kendime özgü tarzda yer veriyorum ister istemez. Avusturya’ya gelmek zorunda kalışla birlikte, benim için ‘yaş almak’ yeni bir anlama kavuştu. Göç merdiveninin bu son basamağı, ‘göç’ değil, bir ‘sürgün’dü. Basamaklar uzayıp gittikçe, bizi avlamak üzere şehirlere yönlendirdikleri duygusu yerleşir oldu içime. Atalarımda, ömrünü aynı yerde geçirmiş üç kuşak yok neredeyse! Yakın zamanlara doğru geldikçe, kuşak başına bir göç düşüyor hatta. Sürekli göçüp konan bir topluluğun bireyi olmak, yüzyıllar içinde, kimi kişilik özellikleri kazandırıyor insana.

Romanlarımda da şiirlerimde de şehirler ve nehirler ağırlıklı bir yer tutar. İstanbul’a yerleştiğimizde, yatılı okulda koparıldığım köklerim/kimliklerim, farklı oran ve biçimlerde yeniden güncelleşti. Sarsıldım. Yatılıda döküldüğüm kalıbı kırmaya başladım. Adeta şahlanan bir kuşağın ‘tıfılları’ arasında buldum kendimi. Büyük kentin bu süreçteki rolü gayet olumluydu. Fakat, bu madalyonun bir yüzüydü. Kuşağıma kanlı bir yenilgi tattırıldı. Her sokağına el koymak üzere olduğumuzu düşündüğümüz İstanbul gibi kentlerin en karanlık dehlizlerinde işkencelere maruz bırakıldık, birçok arkadaşımız öldürüldü. Sağ kalanlarımız hapisanelere tıkıldık. Bu da madalyonun öteki yüzü oldu. Başka tatsızlıklar da var elbette. Şehirler, geri kalmanın değil ama, her türlü bozulmanın da odağı. İnsanın, insan ilişkilerinin, doğanın tahribatı buralarda çok daha büyük. Kurduğum imgelerin önemlice bir kısmı, varolan sisteme karşı çıkışı şehirlerin bu halleri ve ağırlıkla 78 Kuşağı’nın ‘macerası’ üzerinden tarif ediyor haliyle.

Yazın hayatında “kendine özgü olma” konusunda neler söyleyebilirsin?

Şimşek: Romanlarımda kronojik bir kurguyu tercih etmiyorum. Olayları, tarihsel bir akış içinde vermem pek. Karman çorman değil, ama karmaşık bir kurgu hedeflerim. Gerçek mekânlar yer alır romanlarımda. İlgili dönemin gerçek olayları da. İnsanlar, mekânla vardır; ev, sokak, cadde, meydan, park, mahalle, semt, şehir… Mekân betimlemelerini önemserim. Bu konuda ipin ucunu kaçırdığımı söyleyenler çıkabiliyor. Hayatın her alanıyla ilgili ayrıntılar önemlidir benim için. Başlıca karekterlerin, arka planlarını mutlaka veririm. Karekterlerin iç konuşmaları; psikolojileri, ruhsal dünyalarındaki gidişat çok önemli benim için. İyi-kötü (siyah-beyaz) karakter seçimine ilk romandan başlayarak karşı çıktım. Karekterleri, birer kukla ya da papağanım olarak belirlemem; onları mümkün olabilen sayısızca yaşam tarzından birer sima olarak yazarım. Karekterlere, kendi hayatımdan da kattığım çokça şey var elbette, ama bunu, kendimi yazmak sınırına vardırmadım hiç. Dönem romanları sayılabilir yazdıklarım. Belli toplumsal, sosyal, siyasal kavşakların yer aldığı romanlar. Dönemin gerçek olaylarını da işlemiş olmam, “belgesel roman” tanımlamalarına neden olabiliyor.

Şiir yazmak ise romana pek benzemiyor bende. Şiirde neyi, ne zaman yapacağımı önceden kestiremem genellikle. Bir çırpıda yazıp bitirdiğim şiirlerim yok değil. Ama beş-on yıldır bir türlü bitiremediğim şiirler de var elimin altında. Diyebilirim ki şiir bende genellikle çok zor ve uzun zamana yayılarak çıkıyor. 1992’de yayımlanan ilk şiir kitabıma yetiştireceğimi umduğum, fakat sıradaki şiir dosyasına bile giremeyecek karalamalar söz konusu. Jean Cocteau, “Ne masayı anlatacağım diye masa sözcüğünü kullanacaksınız, ne kuşu anlatacağım diye kuş sözcüğünü; ne de aşkı anlatacağım diye aşk sözcüğünü” diyor, şiiri tanımlarken. Bunun kolay olması ne mümkün!

Kaynak: www.sonhaber.ch, 27 Ocak 2023