Fikir sürgününün doğrudanı, dolaylısı

Viyana – Sürgün, tarihin oldukça eski dönemlerinden beri, kişinin yaşadığı coğrafyada kurulu düzene muhalif olmasının, toptan ya da kısmen karşı çıkmasının bedellerinden biridir. Siyasetçi, sanatçı, akademisyen, herhangi bir alanda topluma damgasını vuran anlayış ve uygulamalara ayak uydurmayı reddeden ‘sade bir vatandaş’… Kim ki muktedirlerin tekerine çomak sokar, sürgünle tanıştırılır. Sürgünün belli başlı özellikleri şöyle sıralanabilir: Arka plan açısından cezai (doğrudan) sürgün ve gitmeye mecbur edilme (dolaylı); yaşanılan ülke içinde başka bir kente (bölgeye) ya da başka bir ülkeye sürülme; sayısal kapsamı bakımından tekil-kitlesel yerinden yurdundan edilme.

Bu yazıda sürgünü, muhalif aydınlar ve sanatçılar açısından ele alacağım. Doğrudan-dolaylı, yurt içi-yurt dışı ve kapsam bakımından tekil örnekler üzerinde duracağım. Aynı gün, ay ve yıl içinde, kitle halinde sürgün edilmiş bir sanatçılar topluluğuna henüz rastlamadım. Varsa böyle bir şey, o da bu yazının eksiği olsun. Öldürülme, hapsedilme, sürgün… Tarih boyunca, insanların yüz yüze bırakıldığı en ağır fiziki cezaların ilk üçü böyle sıralanageldi.

Tarihi oldukça eski olan cezai sürgünün kökeni ilkel ceza hukuku dönemlerine kadar uzanır. Hammurabi Kanunları’nda da kendine yer buldu örneğin. Sümerler, Asurlular, Hititler, Persler, Yunanlılar, Romalılar ve Bizanslılar, Osmanlılar tarafından yaygın bir şekilde uygulandı. Erken dönem Roma’da, ölüm cezasına çarptırılan bir vatandaş sürgün edilmeye razı olursa bu cezadan kurtulabildi. İmparatorluğun, belli adaları sürgün yeri olarak kullanıldı. MÖ 756-146 arasında bugünkü Yunanistan’da kurulu olan devletlerde, sürgün cezası, adam öldürme suçu için sıkça uygulandı.

Ayrıca, ‘Antik Yunan Demokrasisi’nin kurucu ve kollayıcı erki, bu yaptırımı, çok güçlenen ve ‘tiranlık’a yeltenebileceklere karşı bir önlem olarak da gündemde tuttu. Bir kişi hakkında, 6 bin kişi ‘tiranlık’ beyanında bulunduğunda, o kişi 10 yıllığına şehirden ya da ülkeden uzaklaştırılırdı. Sürgün edilen, herhangi başka bir varlık kaybı ya da kısıtlamaya maruz bırakılmazdı. Yani sürgün, egemenler arası bir yaptırım tarzı olarak da yaşanabildi.

Araplar, kabilenin örf ve âdetine aykırı davranmakta ısrar eden kişileri sürgün ederlerdi. Osmanlılar döneminde, bir hukukî yaptırım niteliğinde geniş bir uygulama alanı buldu sürgün. Aynı zamanda, özgün bir sürgün yöntemi de söz konusuydu: Kalebentlik cezası! Sürgün edilen kişi, surlarla çevrili kaleden dışarı çıkamazdı. Açık hapishane ile ‘normal sürgün’ cezası arasında kalan bir uygulamaydı.

İngiltere, Portekiz, İspanya, Fransa, İtalya, Rusya, Hollanda, Danimarka gibi devletler sömürgeleştirme tarihi boyunca sürgün cezasını, hem kendi vatandaşları hem de sömürge vatandaşları için yaygın olarak uyguladılar. Amerika, Afrika, Brezilya, Avustralya gibi deniz aşırı ülkeler, Avrupalı sürgünlerle dolup taştı. Fransızlar için Fransız Guyanası, İtalya için Sicilya adası, Rusya için Sibirya önemli sürgün merkezleri oldu.

Doğrudan ve dolaylı sürgünü, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde de ziyadesiyle görüyoruz. Doğrudan sürgün, her bir dönemin ilgili ceza yasaları ve mevzuatı çerçevesinde uygulandı. Nerede, ne kadar zaman ve nasıl uygulanacağı, sürgün cezasını veren erk tarafından belirlendi. Bu sürgün yöntemi iki şekilde uygulanageldi. Hapis cezasının devamı (ek bir ceza) ve başlı başına bir ceza olmak üzere. Hapis cezasının devamı olan uygulama, günümüzde (Türkiye de dahil) birçok devletin yasalarından kaldırılmıştır.

Doğrudan sürgün

Başlı başına bir ceza olarak: Osmanlı devleti döneminden başlı başına bir ceza olarak ‘doğrudan sürgün’e çok sayıda örnekler mümkün. Siyasetçi, aydın ve sanatçıların sürüldüğü yerlerin başında Rodos, Limni, Midilli, Malta gibi adalar; Kahire, Kastamonu, Magosa, Keşan gibi kentler kent ve kazalar yer aldı.

Halvetiye tarikatının Mısriyye kolunun kurucusu olan mutasavvıf ve şair Niyazi Mısri, 1693’te önce Rodos’a oradan da Limni Adası’na sürgüne gönderildi ve sürgündeki hayatı yaklaşık 15 yıl sürdü. Keçecizade İzzet Molla, devrin sadrazamı Hamdullah Paşa aleyhinde söz söylemek ve devlete karşı olmak iddialarıyla 1832‘de Keşan’a sürüldü. Ali Suavi, 1867’de yayımlanmaya başlanan Muhbir gazetesinde yazıyordu. Hükümet aleyhinde yazıları dolayısıyla Kastamonu’ya sürgün edildi. Namık Kemal’in “Vatan Yahut Silistre” oyunu 1873’te sahnelendiğinde olaylar çıktı. Yazar, Magosa’ya sürüldü. 38 ay sürgünde kaldı. İkinci sürgünü, II. Abdülhamit’e gösterdiği tepkiler ve padişah aleyhinde yazdığı şiirler nedeniyle aldı, Midilli Adası’na sürüldü. Vatan Yahut Silistre’nin sahnelenmesinden sorumlu tutulanlardan Ahmet Mithat Efendi de aynı cezaya çarptırıldı; o, Rodos’a sürgüne gönderildi ve 38 ay kaldı orada.

İşgalci güçler de işgal ettikleri devletlerin vatandaşlarını sürgün etti. Buna Osmanlı döneminden vereceğimiz örnek, gazeteci Süleyman Nazif’tir. İstanbul’un işgali döneminde, 1920’de İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edildi ve orada 20 ay kadar kaldı.

Refik Halit Karay ilk sürgün cezasını, yazıları yüzünden 1913’te aldı. Sinop’a sürülen Karay’ın bu cezası Çorum, Ankara ve Bilecik’te devam etti. İkinci sürgün sürecini Beyrut ve Halep’te geçirdi. Tam 16 yıl sürgün yaşayan Karay, “Sürgünü yalnız memleket hasreti yıkmaz” demiştir.

Rıfat Ilgaz, 1944’te yayımladığı “Sınıf” kitabı dolayısıyla yargılanır oldu. Belli bir süre saklandıktan sonra, 24 Mayıs 1944 günü gidip İstanbul Birinci Şube’ye teslim oldu. Altı ay hapis cezasına çarptırıldı. Hapishaneden çıktığında hem öğrencilik hem de öğretmenlik haklarını kaybetti. Hayatı dergicilik ve gazetecilik yapmakla, şiir yazmakla geçmeye başladı. 1953’te bu kez “Devam” adlı kitabı toplatılıp hakkında soruşturma açıldı. Yargılanma süreci uzamıştı. 27 Mayıs 1960 askeri müdahelesinin hemen öncesinde sürgüne gönderilmesi planlanıyordu. Darbe, onu sürgünden kurtarmış oldu!

Siyasetçi, yazar Vedat Türkali 1944’te öğretmenlik mesleği gereği Akşehir’dedir. Türkali’nin ilişkide olduğu siyasetçi Mihri Belli’nin tutuklandığı, yoldaşları Hasan Basri’nin Sansaryan Han’ın üst katından atılarak katledildiği bir süreçtir bu. Görev yaptığı askeri lise, tekrar İstanbul’a taşınır. Vedat Türkali de 1951’de TKP üyeliği dolayısıyla tutuklandı ve yedi yıllık hapis cezasına çarptırıldı. Çeşitli illerdeki cezaevlerinde yattı. Sürgün cezasını ise İstanbul’da çekti. Aylarca, Şişli Karakolu’na imza vermek zorunda kaldı.

Hapis cezasının devamı olarak: Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), 1925’te idam mahkûmlarıyla ilgili yazdığı bir öykü dolayısıyla İstanbul İstiklal Mahkemesi tarafından önce idama mahkûm edildi. Ardından ceza 3 yıllık sürgüne çevrildi ve Bodrum’a gönderildi. Sürgünlüğünün yarısını Bodrum’da geçirdi. Cezasının son yarısını İstanbul’da tamamladı. Ama Bodrum’dan uzak kalamadı ve dönüp yaklaşık 25 yıl yaşadı orada.

Şair Enver Gökçe’nin de aralarında bulunduğu bir grup genç 1948’de Türkiye Gençler Derneği’ni kurdu. 150 kadar gencin üye olduğu derneğin merkezi Ankara Denizciler Caddesi’ndeydi. Gökçe, 1951’deki Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı’nda tutuklananlar arasında yer aldı. Sansaryan Hanı’nın tabutluklarında iki yıl boyunca çok ağır işkence gördü. Adana Hapisanesi’nde yedi yıl yattı. Sonra, hapis cezasının üçte biri kadar olmak üzere Çorum- Sungurlu’ya sürgüne gönderildi. Sürgün cezasını, iş bulup çalışabileceği Ankara’da tamamlamak için girişimlerde bulunur. İsteği kabul edilir.

Şair Ahmed Arif, 1950’de Türk Ceza Kanunu’nun 141’inci maddesine aykırı davranmak savıyla, 1952’de gizli örgüt kurma savıyla iki kez tutuklandı. Ankara’dan İstanbul’a götürülerek ünlü ‘Sanasaryan Han’da işkenceye maruz bırakıldı. Yargılama sonunda iki yıl hapis, sekiz ay Urfa’da sürgün cezasına çarptırıldı. 1954’te tahliye edildiğinde, sürgün yerinin Urfa değil de -kız kardeşinin orada öğretmenlik yapması dolayısıyla- Diyarbakır olmasını sağladı. Bu süre zarfında bir tuğla ve kiremit fabrikasında katip olarak çalıştı. Sürn cezasını tamamladıktan sonra Ankara’ya döndü.

Sinema cephesinden Yılmaz Güney’in sanatsal yolculuğunun olmazsa olmazlarından biri, eserlerinde daha başından beri ‘suç’ keşfedilip durulması, daha ilk durakta ‘ceza kesme’ye başlanmasıydı. 1955’te yayımlanmış ‘3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri’ başlıklı yazısından dolayı soruşturma açıldı, ‘komünizm propagandası yapmak’tan yargılanıp 18 ay hapis, 6 ay sürgün cezasına çarptırıldı. 1962’de Nevşehir’de hapiste, Konya’da sürgündeyken yeni senaryolar kaleme aldı, “Boynu Bükük Öldüler” adlı ilk romanını yazdı. 1971’de 12 Mart Rejimi uygulanır olduğunda, birçok aydınla birlikte Güney de gözaltına alındı. Bir haftalık sorgulamadan sonra -bu kez hapis yoktuysa da- üç ay Nevşehir’e sürgün edildi. 1972’de, 68 Kuşağı’ndan Mahir Çayan ve başka militanları evinde sakladığı gerekçesiyle tutuklanıp yargılandı; ikinci kez hapis, üçüncü kez sürgün cezasına çarptırıldı.

Dolaylı sürgün

Çeşitli tehdit, baskı, yasaklara maruz bırakarak kişiye ya da toplulukları, bulundukları kentlerin, ülkelerin dışına çıkmaya mecbur etmektir dolaylı sürgün. Gitme mecburiyetinde kalmanın ardında yatan başlıca sebepler şöyle sıralanır: Cezai veya başka bir hayati tehlikeden uzaklaşma; maruz kaldığı yasakları ülke dışına çıkarak delme çabası; sanatsal üretimini durdurmak yerine, ülkesi ve toplumunun uzağında kalarak da olsa sürdürme isteği. Dolaylı sürgün de kişinin ya da toplulukların gönüllü bir pratiği değildir. Zira kişi, vatandaşlık haklarını kaybedebileceği gibi, mal varlıklarına el konulmasıyla da yüz yüze kalabilir.

Ali Suavi, 1867’de sürgüne gönderildiği Kastamonu’dan firar edip Paris’e gitti. Yani, doğrudan sürgününü, dolaylı sürgüne çevirdi bir anlamda. II. Abdülhamit yönetimine karşı mücadele edebilmek için 1897’de Paris’e kaçan bir diğer sima olan Süleyman Nazif, orada Meşveret gazetesinde istibdat aleyhine yazılar yazdı. İlk Kürtçe gazete ‘Kürdistan’ adıyla 22 Nisan 1898’de, Miqdat Midhad Bedirxan tarafından Kahire’de Kürtçe-Türkçe olarak Arap alfabesiyle yayımlandığında, bu da fiili olarak dolaylı bir sürgün çalışmasıydı. Gazetenin 5. sayısını bastıktan sonra yaşamını yitirince, görevi kardeş Abdurrahman Bedirxan devraldı. Fakat o günlerde Mısır Ormanlı’ya bağlı olduğu için bu yayıncılığın engellenmesinde daha fazla gecikilmedi. Padişahın emriyle gazetenin çıkarılması beşinci sayıdan itibaren durduruldu. Abdurrahman Bedirxan, mecburen Osmanlı topraklarını terk edip gazeteyi Cenevre’de yayımlamaya devam etti. Kürt gazeteciliği de ilk Kürt gazeteciler kuşağı da sürgünde boy atmıştı.

Nâzım Hikmet, 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu dolayısıyla aranır duruma düştü. Her türlü muhalif kuruluşlar ve yayın organları kapatılmış, birçok yazar tutuklanmıştı. Nâzım Hikmet gıyaben yargılandı ve 15 yıl kürek mahkûmiyetine çarptırıldı. Bunun üzerine yurt dışına çıktı, Moskova’ya gitti. Bir yıl sonra, yeni yasa düzenlemesiyle cezası 1 yıla indi. Türkiye’ye geri döndü. Sonraki önemli yargılanması 1938’de oldu. 15 yıl ağır hapis ve ömür boyu kamu hizmetlerinden men edilme cezası verildi. Aynı yıl ikinci bir davada 20 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. Toplam hapis cezası, birtakım indirimlerden sonra, 28 yıl 4 ay oldu. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre hapis yattı. 1950’de serbest bırakıldıktan sonra, yasal olarak yükümlülüğü olmamasına rağmen askere çağrıldı. Öldürülmek istendiği endişesi taşıyordu. 1951’de bir sürat motoruyla İstanbul’dan Karadeniz’e açılarak Romanya üzerinden Moskova’ya gitti. Ayrılışından bir ay sonra, Türkiye vatandaşlığından çıkarıldı. Bir daha Türkiye’ye dönemedi. Sürgüne mecbur edilmenin en bilinen örneği oldu.

Zekeriya-Sabiha Sertel çifti, 1936’da Tan gazetesini çıkarıyorlardı. Aralık 1945 günü, gazeteleri ve aynı adı taşıyan Tan Matbaası yerle bir edildi. Serteller linç girişimine maruz kaldılar. Tan gazetesi ve aynı matbaada basılan diğer yayın organlarının yayın hayatı sona erdi. 3 ay tutuklu kaldıktan sonra beraat eden Serteller, Nâzım Hikmet’in ardından, 1951’de ülkeyi terk ettiler. Uzun yıllar Paris, Viyana, Budapeşte, Moskova ve Bakü’de sürgünde yaşadılar. Sabiha Sertel, 1968’de orada yaşamını yitirdi. Zekeriya Sertel, yeniden Paris’e yerleşti. 1977’de Türkiye’ye döndü. Son yıllarını, kızı Yıldız Sertel’in orada yaşaması sebebiyle Paris’te geçirdi ve 1980’de orada hayatını kaybetti.

Sabahattin Ali, 1931’de öğretmenlik yaptığı okuldan alınıp tutuklandı. Üç ay hapis yattı. 1932 yılı içinde, bir kere daha ve bu kez Konya’da tutuklandı. Konya’da ve ünlü Sinop Zindanı’nda yattı. En son, 1948’de tutuklanan Sabahattin Ali, serbest bırakıldıktan sonra, önce İstanbul’a geçti. Ülke dışına çıkmaya karar vermişti. Bunun için Kırklareli’ne gitti. Kendisini Bulgaristan’a geçirmesi için subay Ali Ertekin ile anlaştı. Subay Ertekin, ünlü yazarın devlete muhalif olduğunu öğrenince, yolda onu öldürmeye karar verdi. Sabahattin Ali, 1948 Mart sonunda öldürüldü ve Nisan başında cesedi bir çoban tarafından bulundu. Dolaylı bir sürgün, kötünün iyisiydi, ama o da mümkün olamadı.

Ülkesini terk etme mecburiyetinde bırakılmak 12 Eylül 1980 darbesinde sonra büyük bir dalga halinde yaşandı. 1974’ten beridir hapiste olan Yılmaz Güney, darbe gerçekleştiğinde Isparta Yarı Açık Cezaevi’ndeydi. Hakkında onlarca yeni dava açılmıştı. İstenen hapis cezalarının toplamı 100 yılı aşkındı. 9 Ekim 1981’de yurt dışına firar ettiğinde, “Benim için sürgün, sürgün değildir” diyecekti. 12 Eylül darbesinde sonraki o büyük dalgayı oluşturan aydın ve sanatçılar saymak, sıralamakla bitirilemeyecek kadar çoktular. Melike Demirağ, Cem Karaca, Selda Bağcan, Behice Boran, Şanar Yurdatapan, Vedat Türkali, Tuncer Kurtiz, Fuat Saka, Ali Asker, Ozan Emekçi, Nihat Berham, Ataol Berhamoğlu, Nizamettin Arıç, Şivan Perver, Muzaffer Oruçoğlu, Kemal Burkay, Orhan Kotan, Necati Şahin, Barış Pir Hasan, Oya Baydar, Yüksel Selek, Adil Okay…

Tabii ki ve ne yazık ki ’12 Eylül askeri rejimi’nden sonra aydın ve sanatçıların sürgüne maruz bırakılmaları son bulmadı. Bu durum, günümüz Türkiyesi için de geçerli. Müzisyen Ahmet Kaya’ya yaşatılanlar ve ödetilen bedel unutulacak gibi değil örneğin. 1999’da (burada ayrıntılarına giremeyeceğim bir etkinlik sırasında) kendi anadilinde de (Kürtçe de) müzik yapmak istediğini söylediği için lince maruz bırakıldı ve ülkeyi terke mecbur edildi. Geriye doğru soruşturmalar başlatıldı hemen, hakkında açılan davaların sonu gelmedi. Ahmet Kaya için hiç hesapta olmayan bir sürgündü bu, inanılır gibi değildi. 2000’de Paris’te kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdiğinde, sadece sevenleri değil, herkes şok oldu.

Ve daha niceleri! Üretmeyi yaşam tarzı haline getirenler, sürgündeyken de eli kolu bağlı oturamazdı. Nitekim oturmadılar, oturmuyorlar!

www.sonhaber.ch, 28 Mart 2023