Sennur Sezer 77 yaşında | “İnsanın yurdu dilidir“

Öneri gazetesi / Şubat 2000, Yıl 2, Sayı 12

HÜSEYİN A. ŞİMŞEK

Viyana – 12 Haziran, şair ve yazar Sennur Sezer’in doğum günü. 1943’te Eskişehir’de dünyaya gelen Sezer, 7 Ekim 2015 günü aramızdan ayrıldı. 6 Ocak 2000 günü, DİDF (Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu) tarafından organize edilen bir söyleşi dolayısıyla Viyana’daydı. O zaman, kendisiyle bir görüşme yapmış ve aylık periyodla yayımladığımız Öneri dergisinin Şubat 2000 tarihli 12. sayısında yer vermiştik. Yayıncılıkta 20. yılımızı geride bırakmamız vesilesiyle, Öneri arşivinde yer alan ve bugün açısından da önemini koruyan araştırma, yorum, görüşme ve röportajları sanal ortama aktarma kararımız var. Doğum günü dolayısıyla, bugün arşivden paylaşacağımız şey, Sezer’le yapılmış görüşme olsun istedik.

Şair yanı ağır basan Sennur Sezer’in, 1964-2011 yılları arasında 12 şiir kitabı yayımlandı. Üç deneme kitabı çıkaran Sezer, aynı zamanda çocuk edebiyatı alanında da eserler bıraktı. Yanısıra biri şiir, diğeri öykülerden oluşan iki ayrı seçki hazırladı. Onunla, bu görüşme aracılığıyla yeni tanışacak olanlar bütün eserleri için tr.wikipedia.org’a bakabilir.

Resmî tarihe karşı edebiyat ya da edebiyatçılar ne yapabilir sizce?

Sennur Sezer: Edebiyat hafife alınıyor. “Edebiyat yapma”, denir. Oysa edebiyat, hayatı resmî tarihlerden daha iyi anlatır. Ayrıntıları gösterir. Anadolu’daki jandarma baskısının ne kadar yaygın ve ağır olduğunu Sabahattin Ali’nın öykülerini okuduğunuzda çok açık olarak anlarsınız. Grev hakkının olmadığı yıllarda işçilerin yaptığı direnişleri Orhan Kemal’in öykülerinde bulursunuz. Tarım emekçilerinin dünyasını Yaşar Kemal’le daha ayrıntılı tanırsınız. Dünyadaki sömürü düzenini savunanlar bu yüzden edebiyatı mistik dualar, sanal kurgular olarak sunarlar. İçe kapanmamızı artıracak, bizi dünyada yalnız olduğumuza inandıracak kitaplara yöneltirler. İnsanın kendine ve emeğine yabancılaşmasını hazırlarlar.

Bir edebiyatçı olarak sizin için dilin önemini nasıl tanımlarsınız?

Bir insanın yurdu dildir. Diline sığınır insan. Diliyle var olur. Her insan dilinin dünyada itibar kazanmasını ister. Kürtçe’yi bilmediğim için Kürt edebiyatı ve diliyle ilgili değerlendirmeler yapmam mümkün değil. Mem u Zin’i Türkçe çevirisinden okudum. Yaşar Kemal Kürt destanlarını, dengbejlerini Dede Korkut Türkçesi’yle ve yetkin bir şekilde yazdı. Almanya’da öğretmenlik yapan Kürt yazar Ömer Polat da çok iyi yazdı. Kitapları tutuldu da ama neden bilemiyorum, Polat kitaplarının devamını getirmedi.

Bir sivil kurum olarak İHD’nin (İnsan Hakları Derneği), bir parti olarak EMEP’in (Emek Partisi) kurucuları arasında da yer aldınız. Sanatçı-parti ilişkilerinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili neler söylersiniz?

Uzun süre aydınlar ya da okumuşlar, yazarlar (nasıl tanımlarsanız tanımlayın) partilerin üstünde, neredeyse tanrılar gibi yüksekte tutulmuştur. Bu yanlıştır. Halkın bir parçasıdır aydın. Aydın, bir yerde duramaz. Eğer bir savaşım veriliyorsa, o savaşımın yanında olmak zorundadır. Türkiye’de aydınlar siyaset dışında ya da siyasetin bir parçası olan anti-faşist birçok harekette yer aldılar. Ama yasal partilerde (TİP’in dışında) pek fazla görünmediler. Bugün bir saldırı yaşanıyor. Bu mücadelenin içinde aydınların mutlaka örgütlenmeleri gerekiyor. Öncelikle mesleki kurumlarda sonra da siyasi partilerde. Ben kendi partimin saflarında elbette daha çok aydın arkadaşımı görmek isterim. Şu anda içimizde çok az yazar yok, ama yeterli değil.

Aydınlar, sanatçılar siyasi partilerde ne yapacak? Ne yapabilirler?

Emekçilerle karşılıklı olarak birbirlerini değiştirip dönüştürecekler. Bence emekten yana partilerde bir aydının birincil görevi budur.

Kafa ve kol emeği arasındaki etkileşime dair değerlendirmeniz nedir?

Ben kendimi işçilerden, emekçilerden yana bir aydın olarak görmüyorum; ben, işçi sınıfının bir parçasıyım. Çalışma hayatıma, 1959’da İstanbul Kız Lisesi ikinci sınıftan ayrıldıktan sonra, Taşkızak Askeri Tersanesi’nde başladım. Kafa emekçisi olarak. 16 yaşındaydım. Sendikacı çıraklığı yapıyordum. Bize okullarda öğrettiklerinden çok farklı bir hayatla tanıştım. Daha önce çıkan şiirlerimde olmayan şeyleri yazmaya başladım. Geçici işçileri, gemilerin demir kısımlarının paslarını rendeleyen ve demir tozuyla doğrudan karşı karşıya oldukları için üç ay çalışabilen raspacıları gördüm. Üç ay sonra, “hava değişimi” için memleketlerine gitmek zorundaydı onlar. Bir ay kalır, tekrar döner ve işbaşı yaparlardı. Sosyal hiçbir güvenceleri yoktu, sağlıkları tehlikedeydi. Bunun dışında, “parça başı” olayını tanıdım o yıllarda. Bunları tanıyarak hayata ve edebiyata başlamanın avantajlarını yaşadım. Türkiye’de pek çok okumuş (aydın demeyelim) ya da yazar, işçi sınıfının çocukları olarak görünür.

“Emek Öyküleri” seçkisine neden gerek görüldü? Beklenti neydi?

Bir roman, yaşama gücümüzü, yarına olan umudumuzu yeniler. Dayanışma gücümüzü artırır. Bu yüzden bugünkü dünyadaki sömürü sistemini isteyenler, emekten yana edebiyatın yerine başka tür bir edebiyat koymaya çalışırlar. Bunu sadece okura yapmazlar, bu tür bir edebiyatı yazarlara da dayatırlar. Bunu müzikte, sinemada da yaparlar. Dünyada da Türkiye’de de emekçi sınıfların kendi tarihlerini unutturacak bir edebiyat süreci dayatılıyor. Emek Öyküleri’ni, eşim ve meslektaşım Adnan Özyalçıner’le birlikte bu olumsuz sürece karşı yayımladık. Dünyada, emekle ilgili yazılmış öyküleri bir araya getirdik. Bunlarda sadece emekçilerin sömürülmesi yok, kendi aralarındaki dayanışmanın örnekleri, kimi zaman bir kahvaltının yapılışı yer alır.

Amerika’dan Bulgaristan’a, oradan Türkiye’ye; Jack London’dan Bekir Yıldız’a kadar, bu öykülerin ortak yanı, insanı her boyutuyla anlatmalarıdır. Yıldız’ın makineleşmeyi anlatan bir öyküsünün ardından, London’nun makineleşmeyi anlatan bir öyküsü gelir. Aralarında 40-50 yıllık zaman farkı var bu öykülerin, ama doğru bir bakışla emeğin yabancılaşmasını anlatırlar. Selim İleri, hiçbir zaman bir emekçi partisinin üyesi olmamış, ama grevciler arasındaki dayanışmayla ilgili bir öykü yazmış. Ya da Tomris Uyar, bir temizlikçi kadının oğluyla olan ilişkisini yazmış. Yani, sadece sosyalist yazarların öykülerini almadık kitaba. Dünyanın her yerinde yüzyıllardır insanca bir yaşam için sürdürülen mücadelenin ortak bir resmini çektik.

Edebiyatçı ile memleketi arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?

Kendi ülkelerini tanımayan insanlar, o ülkeyi sevemez. Ülkesini sevemeyenler de o ülkeyi savunamaz. Bütün ezilenler bu gerçeği anlamalı ve buna uygun yaşamalıdır.

Edebiyata ve kütüphanelere sahip çıkma bilinci arasında ne gibi bağlantılar var sizce?

Yazar olduğum için çok okumadım, çok okuduğum için yazar oldum ben. Gerçekten de başlangıçta, “yazar olacağım” diye bir düşüncem yoktu. Çok okuduğunuz zaman başka bir dinyayla da tanışabilirsiniz. Türkiye’de genel bir kültürsüzleşme ve kitapsızlaşma süreci yaşanıyor. Şiir, seyirlik değildir. Bugün moda haline getirilen şiir klipleri arabesk. Bu yüzden, Türkiye’de asıl sorun yazardan çok, okurdan kaynaklanıyor. Okur, kitaba sahip çıkmalı. Semt kitaplıkları isteyin, her mahallede bir kitaplık olsun. Kitap pahalıysa, kiralayın okuyun. 1975’te 211 çocuk kütüphanesi vardı, 1985’te 11’e indi bu sayı. Şu anda 65 civarında sadece. Halk kütüphanelerinde daha korkunç bir azalma var.