Türkiye, ‘anadiller yarası’nı kanatmayı sürdürüyor

Artı Gerçek / 17 Eylül 2020

Türkiye’de, yedi yaşında eğitim hayatına ilk adımını attığında tek kelime Türkçe bilmeyen; eğitim basamaklarını çıktıkça anadili adım adım unutturulan ve kaybolma tehlikesi altındaki o anadilini, kırkından sonra yeniden öğrenmek zorunda bırakılan milyonlarca insandan biriyim. Son günlerde, Kürtçe-Kurmanci ve yanı sıra Zazaki-Kırmanci’nin eğitim dili de olması, ilgili dil kurumlarının resmî, yasal çerçevede oluşturulması tartışmaları, kimi girişimleri bir kere daha güncellik kazanmış durumda. Öncelikle ve kısaca, Türkiye’nin anadiller yarasının kısa bir tarihçesini anımsatmak isterim.

Türkiye genç bir cumhuriyet olarak kurulduğunda, bunun temel ‘senet’i sayılan 1924 Anayasa’sı, Lozan Antlaşması’nda deklere edilen gayri-müslim azınlıklarınki dışında kalan bütün anadilleri yasakladı. Öyle eğitim almak, yazmak, okumakla sınırlı falan da değildi bu yasak; hiçbir yerde konuşulmayacaktı, hatta bunların birer dil oldukları şeklinde ağza alınması dahi cezaya tabiydi. Denilebilir ki 1991’de, resmî ve yasal temelde en ufak bir esneme olmadı. Askeri darbenin eseri olan 1982 Anayasası, o güne kadarki yasak ve yoksaymaları perçinledi. İlgili 3. Madde’de, Türkiye devletinin dilinin Türkçe olduğu belirtilir. 1983’de anayasada öngörülen yasağa, ikinci bir dikiş atıldı: Türkçe’den Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun, bir yasaklar deklerasyonudur ve “düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında yasaklanan dillere ilişkin esas ve usulleri” içerir. Yasanın üçüncü maddesi, anayasadaki “devletin dili Türkçe’dir” ifadesine bir adım daha attırır ve “Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’dir” tanımlamasına yer verir.

Tam 67 yıllık yasak ve yoksayılmadan sonra, Türkçe dışındaki anadiller için ilk ışık sızması 1991’de “2932 Sayılı Yasa”nın yürürlükten kaldırılmasıyla mümkün olabildi. Kürtçe-Kurmanci, Zazaki, Çerkezce, Arapça, Boşnakça, gibi anadillerde de konuşmak, şarkı söylemek, kaset ve plak çıkarmak mümkün hale geldi. Bu, oldukça sınırlı ve sorunlu bir serbestleştirmeydi. Anayasanın yasakçı (26. ve 28.) maddeleri olduğu gibi duruyordu çünkü. Öte yandan, serbesti eğitim, yayın yapmak, dilin öğretilmesi, yaygınlaştırılması ve yaşatılması çalışmalarını kapsamıyordu. Anayasadaki engelin kaldırılması için, 2002’yi beklemek gerekti.

“Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”una yapılan eklemeyle, Türkçe dışındaki farklı dil ve lehçelerde yayın yapılmasının da önü açıldı. RTÜK’ün elindeki bir yönetmelik çerçevesinde, yayınlar radyoda haftada dört, televizyonda ise iki saati aşmayacaktı. Programın Türkçe çevirisi de verilmek zorundaydı. Yayınlar, yalnızca yetişkinlere yönelik olabilecekti ve ilgili dili öğretmeye kalkışılamayacaktı. 2004’te yürürlüğe giren bir yönetmelikle, söz konusu yayınların TRT’nin yanı sıra özel radyo ve televizyon kuruluşlarınca da yapılması sağlanmıştır. Yayın dilleri Kürtçe-Kurmanci, Zazaki, Çerkezce, Arapça, Boşnakça olarak zikredilir.

Son otuz yıldan beridir, bir adım ileri iki adım geri (yasada tanınan hakkı pratikte kullandırtmama) seyri içinde işletilmekte ısrar edilen bu süreçte, gerekli olan nedir aslında? Bir dilin -kelimenin gerçek anlamında- serbest kalması, ne demektir? Son otuz yıldaki ayarlamalarla Türkiye’nin yaptığı nedir?

Bir dilin serbest kalması, o dilin, ilk öğrenimden üniversite eğitimine kadar kullanılabilmesi demektir; yani dil hakkı, okul hakkıyla aynı anlama gelir. Bu iş, ilgili dillerde kurs verme ve alma serbestisi işi de değildir! Türkiye’deki uygulamaların üzerinde bina edildiği mantık, anlayış ise Anayasa’nın 42. Maddesi’ne göre hâlâ şöyledir: “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Anayasa’nın söz konusu maddesi olduğu gibi bırakılırken gidilen değişiklikler, sağlanan serbestiyi kadük ve kâğıt üzerinde bırakmanın yanı sıra kullanmaya kalkanların burunlarından getiriyor. Minibüste, parkta Türkçe’den başka bir anadilden konuştu ya da inşaatta şarkı söyledi diye insanlar şiddet görüyor, öldürülüyor.

Resmî ideoloji, Türkçe dışındaki dilleri, tam anlamıyla birer dil saymaya bile hazır değil. Söz konusu dillerle ilgili geleneksel tanımdan yaşanan bir kopuş yok henüz. Türk Dil Kurumu’nun (TDK) 1959, 1969 ve 1974  gibi farklı tarihlerde yayımladığı Türkçe sözlüklerde, örneğin Kürt ve Kürtçe sözcükleriyle ilgili olarak şu açıklamalara rastlanır: “Çoğu dillerini değiştirmiş Türklerden ibaret olup bozuk bir Farsça ile konuşan ve Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan bir topluluk adı…” Geleneksel resmî ideolojiden sıyrılamayan bir akıl yürütmenin, Türkiye’de konuşulan -Türkçe dışındaki- öteki dillere bakışı esasen aynı: Aile içinde, gündelik hayatın dar bir kısmında kullanılan bir takım sözcük grubu! Kendine has birer anadil sayılmayan dillere -birkaç üniversitedeki kürsü dışında- reva görülen şey de sıklıkla özel kurslar olabiliyor. Resmî ideoloji, anadilde eğitim-öğretim hakkını gündemine almıyor henüz.

Benim düşüncem de odur ki aslında Türkiye’de gerekli olan, genel bir dil hareketidir. Böyle bir hareket, Türklerden de destekçiler bulacaktır. Çünkü konuya vakıf olan hiçkimse, Türkçeyi de “problemsiz bir dil” diye lanse etmez. Ki bu hal -elbette çok farklı oranlarda- dünyadaki bütün diller için geçerlidir. Türkçenin kendi sorunlarını aşmasının önündeki en önemli engellerden biri, ülkedeki diğer anadillere uygulanan baskı ve yasak politikasıdır. Malum resmî politika, yalnızca diğer dillere zarar vermek, yıkım getirmekle kalmamış, Türkçeyi de kaotik bir hale sokmuştur. Merkezi politika gereği “dayatılan dil olmak”lık, fiziki ve entellektüel zora dayalı bir “boş alan avantajı” sağlamış ama öte yandan Türkçenin “canlı bir dil” olarak ihmal edilmesi sonucunu doğurmuştur.

Beri tarafta, Cumhuriyet dönemi boyunca, başka bir anadile sahip milyonlarca insana, baskı ve yasaklayıcı uygulamaların iletişim alanındaki aracı olarak dayatılan Türkçeyi Asurinin, Kürdün, Lazın, Çerkezin, Gürcünün severek konuştuğuna kim inanır? Tabii ki Türkiye’de edebiyat, belagat ya da başka bir etkinliği üzerinden Türkçeye nüfuz eden, Türkçeyi başarıyla kullanan Türk olmayan birçok insan var. Onların bu konumu, baskı ve yasak uygulamalarına rağmen olabilmiştir. Türkçe dayatılan dil olmasaydı, bu süreç -kıyaslama kabul etmeyecek kadar- çok daha doğal işleyebilecekti.

Ezme aracı olarak kullanılan bir dil, bu uygulamadan bu kadar zarar görebiliyorsa, baskı ve yasak altındaki dillerin nasıl bir yıkımla karşı karşıya bırakıldıklarını ifade edecek cümleler kurmakta zorlanıyor insan. Yıllar yılı yasak altında tutulmuş o diller, kendi eksiniği ve gediğini nasıl onarabilecek ki! Yasaklanan, bastırılan bir dil günün birinde serbest bırakılır bırakılmaz, yıllarca dayatılan egemen dil karşısında nasıl eşit koşullara kavuşmuş sayılabilir ki? Yasak ve baskı politikaları tamamen aşıldığında bile sorunun neden hemen bitmeyeceğine, dünyadan örnekler vermek zor değil maalesef. Kimi, onlarca yıldır bağımsız sayılan Afrika ülkelerindeki yerel anadiller ile Fransızca, İngilizce ve Portekizce’nin durumu ortada. Kuzey ve Güney Amerika’da da eğitim ve devlet dili olarak, Avrupa dillerinden birini kullanan birçok ülke var. Yani, anadiller üzerindeki baskı politikaları, Türkiye’de de gerçekten bir kenara bırakıldığında, yıllardır yasaklı olan dillerde yaşanan onca yıkım, öyle kısa sürede tamir edilemez yine de. Oysa, maalesef biliyoruz ki bunun derdine düşmek için bile henüz çok erken.

Bugün artık net olarak teslim edilmesi gereken gerçek şudur: Hangi alanda olursa olsun, uygulanan bir yasak ve baskı, sadece maruz kalana zarar vermiyor; dolaylı ya da dolaysız dönüp, bir dizi noktada uygulayanı da vuruyor. Madem ki anadiller konusunda son otuz yıl içinde, yetersiz ve genellikle kâğıt üzerinde kalsa da inkârcılık ve yasakçılık peyderpey geride bırakılma sürecinde; herkesin, her kesimin dar ve sekter tavırlardan arınması; yaraların, karşılıklı ve çoğu zaman birlikte sarılabileceğinin anlaşılması gerekir. Ülkede bulunan çok sayıda dilden dilbilimcinin, edebiyatçının her bir dil için dayanışması, birbirlerini beslemesi şart. Anadilleri sürekli yasaklara maruz bırakılan insanların iliklerine işleyen güvensizliklerinden arınmalarının yollarından en az biri de buradan geçiyor.

Denir ki “diller dünyanın anahtarıdır”. Türkiye’de resmî ideoloji, kimseye öyle bir anahtarı vermek istemiyor; mağdur ettiklerine, “anahtar deliğinden bakmak neyinize yetmez”, diyor adeta. Oysa bir dilin kelimenin gerçek anlamında “dünyanın anahtarı” olabilmesi, o dilin eğitimin her kademesinde kullanılması demektir.

huseyin.simsek@gmx.at