Artı Gerçek / 3 Eylül 2020
Son yıllarda avcılık ve avcılara karşı yeni bir direnç, protesto ve engelleme hareketi mi söz konusu? Geçen haftalarda Dersim’de, birkaç gün önce de Erzincan’da kimi bölgelerde dağ keçileri için verilen avlanma kararları iptal edilmek zorunda kalındı. Bunda sosyal medyada, ilgili yerel mahallerin sakinleri ile doğa ve hayvanları koruma dernekleri tarafından farklı kanallarda sürdürülen karşı girişimler etkili oldu. Bütün bunlar, avcılık ve avcılarla ilgili -beklenebileceği üzere- yeni tartışmalar başlatmış durumda. Anadolu ve çeper diyarlarda, kadim zamanlardan beridir geleneksel ezgiler ve masallarda, eski ve yeni şiirlerde, modern dönemlerin öykü ve romanlarında negatif/kötücül bir imge olarak bolca işlenegeldi avcılık ve avcı. “Aman avcı vurma beni”, “Bir avcı vurdu beni yaralıyam”, “Dereler buz avılar iz bağlar”…
Eğer avcılık bir sorun ise, bu sorun da ilgili tartışma ve çözüm arayışları da oldukça eski. İlk avcılık bundan 150 bin yıl öncesine dayanıyor. Avcılıktaki sonraki temel eşikler, MÖ 3000’li yıllarda ve 19. Yüzyıl’da aşıldı; ilk eşikte ilk kez ve krallara özgü olmak üzere spor haline geldi, ikincisinde avlanmada bir patlama dönemi başlatan burjuvazi bu faaliyeti tamamen ve kâr getiren bir ‘öldürme zevki’ne dönüştürdü. Eski Türk boyları, bir beslenmek için değil, zevk için yapılıyor saydıkları hobi ve spor tarzı avcılığı menfur (iğrenç) sayardı; hayvanları da ağaçlar gibi kutsarlardı. Eski Anadolu esnaf teşkilatları (Fütuvet), on iki cins insanı içlerine sokmazlardı. Loncalara adım attırılmayan o cinsler arasında, “avın kanlı olsun” diyerek işe koyulan avcılar da yer alırdı. Fütuvetnamelerde, avcıların dışlanmasının nedenleri, zamanın ahlak anlayışı ve kültürü çerçevesinde çok açık ve net ifade edilir.
İlk avcılık kanununun 1937’de yürürlüğe girdiği Türkiye’de Orman Bakanlığı, 1991’den itibaren avcılıkla ilgili yeni tasarılar hazırlayıp uygulamaya koyar oldu. Örneğin, 1 Temmuz 2003 tarihli “Kara Avcılığı Kanunu”nun çıkarılması ya da son olarak bu yıl içinde ünlü “Torba Yasalar”da avcılıkla ilgili düzenlemelerin yer alması gibi. Tasarıların özünü oluşturan, av hayvanlarına artık sadece gelir getiren kaynak olarak bakmaktır. Avcılığın ‘spor’ sayılması da demodeydi artık, ‘ticari bir faaliyet’ şeklinde kabul edilmesi galebe çaldı. Hem doğal hem de organize edilmiş avlaklar, ya Orman Bakanlığı’na bağlı ya da özel bireylere devredilmiş ama her durumda birer işletmeydi.
Bu çerçevede, 1990’lardan itibaren hızlı bir şekilde avcılıkta ‘amatörlük’ geri planda kalmaya başladı, iş tam anlamıyla ticarete döküldü. O yıllara kadar avcılığa ‘spor’ gözüyle bakıp soyunan avcılar bile bir kuşatmayla yüz yüze kaldı. Ortada artık bir ‘avcılık sektörü’ vardı. Ki mademki bu, kapitalizm koşullarında bir sektörleşmeydi, vakti zamanında ‘spor’a sayılmasını zaten krallara borçlu olan bu faaliyetin 1990’lar Türkiyesi’nde ağırlıklı bir şekilde “zengin işi”ne dönüşmesi kaçınılmazdı. Doğal avlakların önemlice bir kısmı hızla yerleşim alanı olurken, organize edilen paralı avlaklar dönemine geçildi. Bu alandaki ilk girişim İstanbul İstinye Avcılar Kulübü’nden gelmişti ve kulüp, Yalova’da kurduğu çiftlikte sülün beslemeye ve paralı bir şekilde avlanmasını sağlamaya başladı. İkinci paralı avlanma alanı İstanbul Haramidere’de ‘hizmet’e girdi.
1953’te kurulan İstanbul Kartal Avcılar Kulübü’nün kurucu avcılarının çoğunluğu, aynı bölgenin bahçecileriydi. Ama onlar gibi, özellikle de alt sınıflardan gelen bütün avcılar, “avcılık sınıf ayırmaz” sözünü bir kenara bıraktı mecburen. “Çöpçü ile fabrikatörün avda buluşması”, artık Türkiye’de de tamamıyla laf-ı güzaf oldu. Avcılığın artık bir sektör haline gelmesi, avcılar ile devlet ve yerel yönetimler arasındaki ilişkide büyük değişikliklere yol açtı. Devletin, çeşitli adlar altında avcılardan aldığı bedeller hem çeşitlendi hem de meblağ olarak yükseldi. ‘Parayı basan’ için av teskeresi almak da yasak dönemlerde avlanmak da sorun olmaktan çıktı. Gerekli ödeme yapıldığında, ne ‘torbacılık/çantacılık’ evrelerini (çıraklığı) yaşamanız gerekiyordu artık ne de ‘avlanma raconu’na uymanız.
İş çiftlik tarzı paralı avlanma alanlarına evrilince, av hayvanlarına yaklaşım da değişti. Yerli ve göçmen ayrımı, bu işletmeler bazınde kalktı. Artık ördek, çulluk veya karacanın Romanya ve Rusya’dan gelmesini beklemek yoktu. İsteyen işletmeler bunu tercih edebilirdi ama organize av çiftlikleri kuş türüne göre ayrılmak zorunda değildi. İstanbul Kartal’da tükenmiş kekliği, herhangi bir paralı avlanma çiftliğinde bulurdu zamane avcı. Bıldırcın avlamak için Şile sahillerinden başlayıp Kefken, Kandıra’ya kadar giden şeridi kat etmek ya da Trakya’ya gidip Çatalca, Hadımköy’de pusuya yatmak gerekmiyordu. İstanbul-Tuzla’ya bağlı Teperen ya da Gebze’ye bağlı Mollafeneri, Balçık, Yağcı köylerinde çulluk kovalamak da.
Avcılık sektörleştikçe, hangi hayvanın nasıl bir arazide avlanacağı da değişime uğrama sürecinde: Keklik düzde, çulluk ormanda, bıldırcın nadasa bırakılmış tarlalarda ve ufarak çalılıklarda… Paralı avlanma çiftliklerinde bu tür belirlemeler demode kalıyordu artık.
Doğal avlakların neden ve nasıl bozulduğunu, bu işi ‘spor’ olarak ve ‘racon’una göre yaptığını söyleyen avcılara sorun, onlar bile birçok şey sıralayacaklardır. Öncelikli neden, doğanın genel anlamda bozulmaya başlaması. Kullanılan tarım ilaçları, aşırı gübre kullanımı toprağı kirletirken; çamları korumak, kimi meyve ağaçlarında verimi artırmak adına sıkılan ilaçlar kuşları zehirliyordu. Dengesiz kentleşme, ilgili kentleri adeta doğasız bırakmaktaydı. Öyle bir çarpık, gözükara kentleşme düşünün ki avcılarını bile avlamış olsun!
Önemli bir diğer değişim de şu oldu: Sektörleştikçe, geleneksel kulüp örgütlenmesi devre dışı bırakıldı, işletmelere devredildi inisiyatif. Fiili olarak birer “fahri av müfettişliği” konumunda olan geleneksel kulüplerin ellerindeki yetkiler minimalize edildi. Av yasağını takip etmek, avcı yetiştirmek, teskere vermek… Çoğu geleneksel kulüplerin elinden alındı. Sektörel, işletme tarzı avlaklarda hayvanları hedef tahtası yapmak için teskere gibi tüfek almak da sadece “parayı basmak”a bakar oldu.
Bu yazıdaki ilgili irdelememi, Türkiye’nin son otuz yılında avcılığın ‘zevkine bir hobi ve spor tarzı’ olmaktan ağırlıklı bir şekilde çıkıp sektörel bir alana dönüşmesiyle sınırlı tuttum. Söz konusu geleneksel faaliyetin ahlakî, felsefi, doğayı korumak ve hayvan haklarını savunmak temelinde tartışılmasını başka bir yazıda yapmam gerekecek. O yazıda, konuyla ilgili akademisyenlerin, aktivistlerin ve bırakanı/sürdüreniyle bizzat avcıların yaklaşımlarına da yer vereceğim.