Silahlı bireyler toplumundan ‘sivil’ mucizeler beklemek

Artı Gerçek / 16 Ağustos 2020

Türkiye’de bireysel silahlanmanın vardığı boyut, gündemin üst sıralarında yer alan bir tartışma başlığı değil ama ilk sıralara çıkarılan birçok sorundan çok daha hayati bir öneme sahip. Öyle ki bilinemeyecek bir gelecekte “iç barışını sağlamış bir Türkiye”nin uzunca bir zaman uğraşacağı ve kolay kolay da başedemeyeceği başlıca konulardan biri. “Toplumdaki şiddet neden artıyor” sorusunu, bireysel silahlanma oranındaki yükselişten bağımsız yanıtlamaya çalışmak olanaksız.

İçişleri Bakanlığı, 2019’da CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in soru önergesine verdiği yanıtta, polisin sorumluluk bölgesinde ateşli silahlarla meydana gelen olay sayısını 2014’te 22 bin 819, 2017’de 33 bin 407, 2018’de 30 bin 881 ve 2019’un ilk 10 ayında 22 bin 720 olarak açıklamıştı. Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Psikiyatri Uzmanı Dr. Ayhan Akcan, Türkiye’de 20 milyonun üzerinde silah bulunduğunu, bu silahların yüzde 90’ının ise ruhsatsız olduğunu söylüyor. Akcan, resmi oranlar gerilediğini gösterse de bireysel silahlanmanın her yıl yüzde 3,5 ila yüzde 5 arasında arttığını ifade ederken, bu artışı her gün 3’üncü sayfa haberlerinden taradıkları istatistiksel rakamlara dayandırıyor.

CHP eski milletvekillerinden Mehmet Tüm, son dönemde silahlara yönelik düzenlemelerin silah alımını teşvik ettiği görüşünde ve 14 Mart 2018’de İçişleri Bakanılığı’nca imzaladığı bir genelgeyle sivil vatandaşlara tanınan mermi kullanım hakkının yıllık 200 adetten 1000’e çıkarılması ile 7 Kasım 2019’da Gümrük Kanunu’nda Değişiklik Düzenlemesine eklenen maddeyle silah taşıma ve bulundurma şartları değiştirilmesini anımsatıyor. İYİ Parti Sözcüsü, İstanbul Milletvekili Yavuz Ağıralioğlu’na göre şiddet olaylarının artışında toplumu ayrıştıran söylemler de çok etkili.(1)

Anlaşılan o ki kendini korumaya ve kollanmaya değer gören bireylerin çok önemlice bir kesimi “gerçek bir dost” olarak “ateşli silah”ı seçmeyi tercih ediyor. Bu önemlice kesim içinde ağırlığın mevcut iktidarın taraftarlarında olması ise artık eşyanın doğası gereği bir durum. Geçmişi 1990’ların başına kadar uzanan yeni ve farklı bir bireysel silahlanma dönemi söz konusu. O yıllarda, belli başlı gazetelerde “Artık sizin de bir silahınız olsun” gibi şiarların eşlik ettiği ilanlar, belirgin bir süreklilik ve yoğunluk kazanmıştıı. Elbette reklamı yapılanlar ‘yalancı’ tabancalar, tüfekler, makineli tüfeklerdi. Ama gelinen noktada görünen o ki ‘yalancı’ları, ‘sahici’lerine geçiş için alışma/alıştırma işlev görmüş.

1990’larda, 12 Eylül 1980 cuntasının yarattığı karanlık yıllardan çıkış beklenir ve umulurken, yeni kasvetli günler yaşanır olmuştu. Kısmen yenilenen nedenler yumağı dolayısıyla tedirgin, korku dolu, diken üstünde bir yaşam alanında kalmayı -mecburen- sürdürmeye devam etmişti sokaktaki birey. Onun “can ve mal güvenliği”, tahkim edilerek yenilenen çıkar ve güç gruplarına rant sağlayacaktı. Değil mi ki sistem değişmediği sürece, iktidardaki güçler sürekli harmanlanırdı sadece; kartları, kendi aralarında yeniden yeniden kararlardı. Sokaktaki bireyin ‘kader’i olarak kalması gereken hal ise güçsüz, güvensiz, muhtaç, yalnızlaştırılmışlığı olurdu hep. İktidarı elinde tutanlar, yerine göre onu koruyup kolladıklarını vaaz eder, yerine göre uygun gördüğü hedeflere yönlendirmek üzere “kendini kolla ve koru” çağrısında bulunurlardı.

1990’larda belirgin bir süreklilik ve yoğunluk kazanan o “yalancı/taklit silah” reklamlarının kimi ayrıntılarını anımsamakta fayda var. Neden mi? Çünkü her şeyden önce, ‘yalancı’ları ‘sahici’lerinin tıpkısının aynısı olarak sunuluyordu. Yapılan çağrılardan örnekler: “Silahların kralı (14’lü tipi) Smith-Wesson’nun aslının aynısı ve bir kutu mermisiyle”, “Net 300 gr ağırlıkta”, “Milimetrik olarak gerçeğiyle aynı ebatta”, “Gerçek silah boyası ile boyanmıştır”, “Boyası silinmez, paslanmaz ve çizilmez”, “Kötü günlerdeki gerçek dost”… Daha birçok benzerini sıralayabileceğimiz bu çağrılar, hiç “yalancı silah” için yapılmışa benziyor mu? Kim yalancı/taklit bir tabancaya, “kötü günlerindeki gerçek dost” diye bakar ki?(2)

Yalancı/taklit silahların pazarlanmasında kullanılan dil, 1990’ların “ortalama birey”ine, Türkiye’de “can ve mal güvenliği için cunta” yapılamayacak olunmasını dert etmemesi gerektiğinin tüyolarını da verir gibiydi. Tarif edilenin “yalancı bir silah” mı, yoksa sivil bir yönetimi alaşağı eden bir cunta mı olduğunu ayırt etmek kolay değildi. Adeta, milyonlarca bireyin omuzları üzerinden inşa edilecek yeni ve sürekli bir cunta tarzı gündemdeydi. Denilmek isteniyordu ki “kurulu düzene muhalif değilsen, hayat artık her gün cunta” ya da “kendi cuntanı kendin yap”!

Bu arada, sayıları azımsanmayacak sistemden hoşnutsuzlar için ‘demokrasi boyası’ kullanımdadır hep ve aslında bu, ‘boya’ bile değil, ciladır sadece. Toplumsal hayatın her bir zerresine zerk edilmiş cuntanın boyası öyle kolay kolay silinmiyor zira. Dolayısıyla, aslında sürekli kılınmış cuntaların sona erdiği savlarına, eskiden ‘faraza’, şimdilerde ise ‘algı yönetimi’ diyoruz. Bir toplumda hak, hukuk, adalet, özgürlük yok da baskı, zulüm ve sömürü devam ediyorsa; ilki de dahil o toplumda iş başına gelmiş hiçbir cunta/darbe aslında hiç gitmemiştir; olup biten ise -yeni bir boyaya bile gerek duyulmayarak- aynı boyanın üzerine cila çekmekten ibarettir.

“Cunta olur mu olmaz mı”, sorusunun gündemleştirilmediği yıl yok neredeyse! Demek ki oldukça işine yarıyor birilerinin. Traji-komik bir durum elbette; aslında toplumsal hayatın gündelik akışı içinde sürekli kılınmış bir ‘hal’in tekrar yaşanıp yaşanmayacağı tartıştırılmış oluyor çünkü. “Ortalama birey” için yaşam, kıstırılmanın fasit dairesi haline dönüştürüldüğünde, muktedirlerin toplayacakları rantın bini bir para!

Bir yandan, kamuya açık alanlarda okunan gazete bile risk üretmeye, evlerdeki kitaplar tedirgin ve her an ‘yakalanıp’ ekranlarda teşhir edilecekmiş gibi raflarda tir tir titremeye, alınan ihbarın doğru olduğu araştırılmadan plakası bildirilen arabaların kevgire çevrilmeye, kültür merkezleri ve basın büroları basılmaya, kimlik kontrollerinde doğum yerleri ‘suç delili’ sayılmaya devam ediliyorken; öte yandan, ‘yalancı/taklit silah” pazarlamacılarının “seyahatlerde, evinizde, arabanızda, işyerinizde, hanımlar çantalarınızda, isteyen herkes istediği her yerde ruhsat gerektirmeden taşıyabilir” çağrıları yapılıyordu.

Hadi gelin, bu çağrıları İstanbul’un geçmiş zaman banliyö trenlerinde kalem, defter, silgi, tarak, ayna, cımbız, limon sıkacağı, hıyar soyacağıyla aynı kefeye koyun! Taklit silahların başkaca nelerin yolunu açtığına, nelere zemin hazırladığına dair, ibretlik bir örnek verelim. 1992 yılı yazı ortalarında, İstanbul-Suadiye’de bir genç banka soygunu yapma girişiminde bulunmuş ve nasıl olmuşsa sağ yakalanmıştı. Dönemin “ana akım” medya organları için haberi yapılacak bir durum yoktu. Ne var ki sonradan ortaya çıkan bir ‘ayrıntı’ olayın rengini tamamen değiştirdi, soygun girişimi gecikmiş olarak manşetlere taşındı: Genç, soygunu “taklit tabanca” ile yapmaya kalkmıştı! Her geçen gün medyada kendine yer bulur:

“Babasının silahıyla oynarken arkadaş katili olan minik”, “oyuncak tabancayla arkadaşını gözünden etti”… Bu çocukların ellerine aldıkları ilk silahların ‘yalancı/taklit’ silahlar olduğu kesin. Pazarlamacılar, ilgili reklamlarda “yüz kısmına ateş etmeyiniz” notunu düşüyordu ama! Çocuklar, sahicisine taklidiyle aşina oluyor; silaha taklidiyle elini alıştırmış yetişkinler, sahici silahın kabzasını kavradığında ise ‘oyun’ çoktan bitmiş oluyordu. Bugünün bireysel silahlanyama yönelmişleri, o 90’lı yılların çocuklarıydı. Yani, bir anlamda ‘yalancı’sıyla başladı bu bireysel silahlanma furyası. Şimdi kaldık, silahlı bireylerden oluşmuş bir toplumdan ‘sivil’ mucizeler beklenen günlere!

Kaynaklar:
1 – Pelin Ülker’in haberi, www.dw.com/tr/, 2 Haziran 2020
2 – Hüseyin Şimşek’in haberi, Gündem gazetesi,8 Ekim 1992