Beni hapishane yazar-şair yapmadı

Öneri /

68 Kuşağı ve 78 Kuşağı devrimcilerini, 1990’lara kadar “profesyonel edebiyatçılar” yazdı. O “profesyonel edebiyatçılar”, o kuşaklardan ilkinin devrimcilerine hem sempati duydu, hem de “yanlış yol”da olduklarını işledi eserlerinde. Anılan ikinci kuşağın devrimcileri ise “kötü”ydü “profesyonel edebiyatçılar” açısından; kiminin edebi metinleri, 78 Kuşağı devrimcilerine karşı birer nefretname derekesindedir. Velhasıl, “profesyonel edebiyatçılar”ın 68 Kuşağı ve 78 Kuşağı devrimcilerini edebiyata taşıyışlarında da bir dizi klişe vardı.

1990’ların ikinci yarısından başlayarak, Türkiye’deki Türkçe edebiyat alanında yeni bir gelişme yaşanır oldu: Devrimci hareketin içinden gelen, çoğunluğu hapishanelere tıkılmış ve gençlerden oluşan insanlar, edebiyatın farklı türlerinde eserler ortaya koymaya başladılar. Özellikle de ilk on yılda, “kendi gerçeğimizi en iyi kendimiz yazarız” anlayışının ağırlıkta olduğu söylenebilir. Yani, bu bu yeni kuşak edebiyatçılar da ciddi bir klişeden muzdariptiler. Tez elden kurtulmaları gereken bir klişe! Başta bu olmak üzere, benzer bir dizi klişeden yakasını sıyıranlar, edebi üretimlerini sürdürmeye devam ediyor.

1987’den itibaren benim de içinde yer aldığım “devrimci hareketin içinden gelen yeni edebiyatçılar”, ilgili farklı kişi ve kesimlerden farklı tepkiler aldı doğal olarak. Bu edebiyatçılar kuşağının roman, öykü ve şiirlerini yayımlayan yayınevleri, kitap tanıtıcıları ve eleştirmenlerin bir kısmı, söz konusu olanı “alternatif bir edebiyat” şeklinde tanımladılar. Bu cenahtaki en tehlikeli veya zararlı tutum toptancı, genellemeci bir klişenin devreye sokulması oldu. Doğrusu, hem her bir yazar ve şairin, hem de her bir ürünün tek tek ele alınıp, incelenip bir değerlendirmeye tabi tutulmasıydı.

Dönemin edebiyat alanına hakim olanlar ise haklılık payları olan edebî düzeydeki eleştirilerin yanı sıra, sekter ve gözünü karartmış bir şekilde yadsıyan bir tavır sergilediler. “Cezaevine düşmeselerdi şiir, öykü, roman falan yazmayacaklardı”, dediler mesela ve eklediler: “Dışarı çıktıklarında yazamadıklarını göreceğiz!”

Her iki toptancı, genellemeci yaklaşım ya da tavır, sonuçta önemli bir haksızlığa yol açtı. Bir tarafta, “devrimci hareketin içinden gelen” olmaklık, alkışlanmak ve savunulmak için yeterli sayıldı; öteki tarafta, “ne hadlerine” diyen ötekileştirici, yadsıyıcı bir kıyıcılık devrede oldu.

Doğrudur, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra hapse atılanlardan kaleme sarılanların önemli bir kesimi, içeride başladı yazmaya. Fakat aralarında, daha az bir kesimi oluştursalar da hapse düşmezden önce, daha ilk gençlik yıllarında kaleme sarılanlar da vardı. Bildiğim birçok başka örnek de var, ama ben yine de kendimden yola çıkarak somutlamak isterim.

Ölçülü ve kafiyeli olmak üzere, ilk şiir denemelerim bir yatılı okulda geçen ortaokul yıllarıma kadar uzanır. O şiir defterimi hâlâ saklarım. Liseyi İstanbul’da okumaya başlayışım, hem artık şiirlerimi serbest nazımla hem de öykü de yazdığım döneme denk gelir. 2 Mart 1979 tarihli Tuzla Lisesi Şiir Yarışması’nda “Jüri Özel Ödülü” olarak, Ziya Osman Saba’nın “Geçen Zaman-Nefes Almak” adlı kitabı verilmişti bana. (Ödülleri önemsediğim ya da ölçü aldığım için zikretmiyorum bunu. Tek bir kitabımı ödül yarışmalarına göndermiş değilim. Bu bahsi açmam, edebiyatla ilgimin tarihinin altını çizmek içindir sadece.)

Kendimden somutlamak babında bir ayrıntı daha aktarayım. 23 Mart 1981 gece yarısı gözaltına alındığımda, benimle birlikte alınan daktiloyla herhalde müzik yapıyor olamazdım! Aynı gece, yüz sayfayı bulan “Yarıcılar” adlı bir roman dosyama da el kondu. O daktiloyu ve roman dosyamı aileme teslim etmeleri için az uğraşmadık ve başardık da.

Hasılı kelâm, bendeniz hapishaneye düştüğü için yazar, şair olmayanlardandım. Peki, ne önemi var bunun? Aslında, hiçbir önemi yok. Türkçe edebiyatın kelli felli temsilcilerinden bazılarının da içinde yer aldıkları birilerinin başlattığı akla zarar bir tartışmanın “denek”lerinden biri olarak konuşmam, yazmam gerekiyor.

Gelelim, yazmaya hapishanede başlamış olma meselesine! Çoğunluğu gencecik yaşta hapse tıkılan insanların bir kısmının içerde edebî ürünler vermeye meyletmesi, neden kafadan “haddini aşmak” sayılsın! “Dışarı çıktıklarında yazamadıklarını göreceğiz!” demişlerdi ya, aradan geçen uzuuun yıllar, bunun, “devrimci hareketin içinden gelen yeni edebiyatçılar”ın hepsi için hiç de öyle olmadığını göstermiş bulunuyor: Ender Öndeş, Nevzat Çelik, Kaan Aslanoğlu, Hüseyin A. Şimşek, Mehmet Çetin, Haydar Oğur, Emirhan Oğuz, Mecit Ünal, Emirali Yağan ve daha birçokları; yazmaya, üretmeye devam ediyorlar.

Ben bugün elbette, (kendimi de katarak) “devrimci hareketin içinden gelen yeni edebiyatçılar”ın özellikle de ilk dönem eserlerinde farklı açılardan önemli eksiklikler, yanlışlar olduğu kanısındayım. (Farkındayım elbette, bu da bir genelleme.) Burada, en önemsediğim kimi sorunları sıralamak isterim.

  • Siyah-beyaz, hain-kahraman gibi kutuplara pay edilmiş klişe tipler bir hayli fazla.
  • Bazen karakterin siyasi olduğunun hatırı için, asgari düzeyde, arka planda dahi siyasal sürece (edebiyatın edebince) yer verilmeyebiliyor.
  • Bazen de yazar, yazdığının örneğin roman olduğunu unutup, keyfince imal ettiği kuklalarına siyasal değerlendirmeler yaptıran “düşünür”, “demagog” olup çıkıyor.
  • Yazar, kahramanları ile ilişkisini keyfi bir temelde mesafelendiriyor. “Kahraman”laştırdığı karakterlerle bütünleşip “bir” olurken; “düşman”laştırdıklarına, herkesten önce kendisi zebani, işkenceci, cellat kesiliyor.
  • Karakterler arasında yaşanması gereken ilişki, yazar ile karakterler arasında yaşanır oluyor.
  • Okurun, karakterlere dair kapılması beklenen duygu ve düşünceler, yazarın kendisi tarafından esere boca ediliyor vs.
  • Yazarların çoğunluklu bir kesimi, edebî çalışmalarının yönünü, toplumda esen rüzgâra -neredeyse mutlak bir bağımlılık- içinde belirliyor.
  • Dolaysıyla konular veya temalar arasında bir hiyerarşi oluşturacak şekilde öncelik-sonralık, önemli-önemsiz gibi sıralamalar da bu edebiyatçılar ‘kuşağı’ının yüz yüze olduğu sorunların başında yer alıyor.
  • Bu ve daha başka eksik ve yanlışların toplamından, toplumdaki devrimci bireylerin ve onların mücadelelerinin layıkıyla verilmesinde yetersiz kalmak çıkıyor ortaya. Ne karakterler ne de yaşadıkları toplumsal ortam her bir edebî türün gerektirdiği gibi yoğrulamıyor çoğunlukla.

Asıl tartışılması gereken sorunlar bunlardır. Bu temelde yapılacak her tartışma, işin aslıyla ilgili olacaktır. Yoksa, kimin ne zaman, nerede, ilk hangi sebepten dolayı yazmaya başladığıyla uğraşmak; yarayı sağaltmaya çalışmak yerine, kaşımakla yetinmektir. Yarayı kaşımakla yetinmek ise çoğu zaman azdırmaya sebep olur sadece. Ki bu tür kaşımalara gerekçe yapılacak olan tek şey “hapishane” değildir zaten; “âşık olmasaydı yazmayacaktı”, “ayrılmasaydı yazmayacaktı”, “ölüm acısını yaşamasaydı yazmayacaktı”…

Bir yazarın, şairin ilk ne zaman, nerede, hangi sebepten yazmaya başladığı, onun kişisel tarihi kapsamında ve bir arka plan bilgisi olarak değerlidir, o kadar. Ki o da “yeniden kurgulanmış” ya da “uydurulmuş” bir kişisel tarih şeklinde verilmemişse! İşin esasında, sorun ne kimin yazdığında, ne ne zaman ve nerede yazmaya başladığında, ne de ne konuda yazdığındadır; sorun, herhangi bir şeyin nasıl yazıldığındadır!

…………………………………………………
http://rayama.org/wp-admin/post-new.php
huseyin.şimsek@gmx.at