Jülide Kural | Kimyamda başkaldıran bir kadın var

Öneri /31 Ocak 2020

Tiyatro ve sinema sanatçısı Jülide Kural 2001 yılının Mart ayı başında, Hallo/Merhaba Kültür Merkezi’nin organizasyonuyla “Ses” adını taşıyan tek kişilik tiyatro oyununu sahnelemek üzere Viyana’daydı. Oyun, 2 Mart 2001 günü ülkenin başkenti Viyana’da, 3 Mart günü ise Salzburg’da izleyici karşısına çıkmıştı. O zamanlar, üç yılı aşkındır Viyana’da yaşıyordum. Gazetecilik mesleğimi, Almanya’da basılan, dağıtımı Avrupa çapında yapılan günlük Özgür Politika gazetesinde sürdürüyordum; hem köşe yazısı yazıyordum, hem de gazeteye ek olarak çıkarılan dergiye genellikle kültür ve sanatla ilgili yazılar veriyordum. Viyana’da olduğu günlerde, Jülide Kural da bir görüşme yapmış, portre tarzında düzenleyip söz konusu gazeye ulaştırmıştım. Yazı, 16 Mart 2001 günü, gazetenin eki olarak çıkarılan dergide, “İçimdeki çığlıkları siz nasıl susacaksınız” başlığıyla yayımlanmıştı.

Geçtiğimiz haftalarda, HDP’nin üç yıla yakındır hapiste tutulan önceki dönem Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Devran” adlı kitabından uyarladığı bir oyunu sahneye taşıdı Jülide Kural. Oyun, 11 Ocak Cumartesi günü saat 19.00’dan itibaren Jülide Kural ve Ömer Şahin tarafından “okuma tiyatrosuolarak Kenter Tiyatrosu’nda sahnelendi. Cumhurbaşkanından sokaktaki vatandaşa kadar, tartışılan bir mesele haline geldi. 2001 yılında kendisiyle Viyana’da yaptığım görüşmeden dolayı, Kural’ın bu çıkışına şaşırmadım. Ondan, beklenilebilecek bir girişimdi bu. Çünkü özellikle de tiyatro sanatçılığını, bu tür oyunlar üzerine oturtmuş, bir maraton tarzında sürdürüyordu. Söz konusu görüşme, bu maratonun arka planını önemli oranda gözler önüne serdiği için, yıllar sonra ve çevrimiçi (sanal) medyada tekrar paylaşmak istedim.

“İçimdeki çığlığı siz nasıl susacaksınız?”

Jülide Kural, Adana’da dünyaya geldi ama o bir Körfez çocuğu. Çocukluğu İzmit’te geçti çünkü. 1980’le adım attığı ilk gençlik dönemini hayli ağır yaşadı. Bu dönemde kitaplara bağlandı. Tiyatroya sokuldu usulca. İzmit Halk Eğitim Merkezi’ni, maratonun en güzide mekânı olarak anıyordu şimdi. Genelde riskli, kimi zaman da yasak olduğu için, kitap okumakta cezbedici bir macera tadı da vardı. O, felsefe kitaplarını tercih etti. İlk okuduğu Dekart’tan çok etkilendi. “Bambaşka bir dünya belirdi önünde. Çok yalnız bir ilk gençlikti benimki. Hayat, karanlık içindeydi. Hayatı yeni yeni tanımaya çalışan biri olarak yerimi pek anlayamamıştım henüz. Felsefe kitapları okumak çok işe yaradı. Çünkü felsefe, soru sormaya kışkırtan bir alandı.”

Hayata dair soru sormaya başladığı, kendi hayatını tanımlamanın peşine düştüğü, gelecekteki hayatının muhtemel yollarını keşfe çıktığı bu liselilik döneminde, bir yandan da tiyatro ile ilgiliydi. Onu peşinden sürükleyen felsefe de olsa, gelecek açısından gözüne kestirdiği tiyatro sahneleriydi. Tiyatro aktristliğinin gözünü korkutan tarafları da yok değildi. “Sanatçılık bana ağır geliyordu”, diyordu yıllar sonraki görüşmemizde.

Liseden sonra konservatuara değil, ODTÜ Felsefe Bölümü’ne devam etti. O dönem için, ağırlığını felsefeden yana koymuştu. Hemen yanıbaşında duruyordu tiyatro. ODTÜ Felsefe Bölümü’ne girdikten çok değil iki ay sonra, Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) tarafından açılan sınava girdi. Böylece hayat, daha çok tiyatrodan yana atmaya başladı yeniden. Kaydını, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne aldırdı ve aynı üniversitenin konservatuar sınavına girdi. Sınavı kazanıp tiyatro bölümü öğrencilerine katılıverdi.  

Felsefe ve tiyatro hep birbirini kışkırttı durdu. Bu iki alan, aslında birbirini besleyen iki yapışık alandı. Yaşamı tanımaya çalıştığında da öğrenim gördüğü yıllarda da daha çok sahneye, ama arada bir kameranın karşısına çıktığı bugünkü halinde de bunun izlerini görmek mümkün. Felsefe ile tiyatronun itişip kakışkenki dayanışması, her adımda sezilebiliyordu. Kural’la sıradan bir sohbette bile felsefe ile tiyatronun birbirine karışan, birbirini kollayan izleri bulunabiliyordu kolaylıkla. Zaten böyle olmasaydı, yıllar önce aynı üniversitenin iki ayrı bölümüne asılmak, ikisini de inadına bitirmek mümkün olmazdı, biri galebe çalardı.

 Dostlar Tiyatrosu için, “baba evi” diyordu

Daha üniversiteli yıllarda, ünlenmiş değişik tiyatrolarda oynadı. AST, Dostlar, Kenterler… Bu dönemin, anahtar bir siması var Kural için. “Genco Erkal, benim ustam oldu. Erkal‚la sahneyi paylaşmak çok güzel. Sadece onunla partner sorunu çekmedim bugüne kadar. Bu yüzden, Dostlar Tiyatrosu benim baba evimdi. Birkaç kere geri döndüm oraya”, diyerek anlatıyordu o günleri. Genco Erkal, alabildiğine öğretici ama taklit edilmeye de bir o kadar uygun olmayan bir tiyatro sanatçısıydı. Onunla aynı sahneyi paylaşarak tiyatroda kemale eren Jülide Kural da, onu taklit etmeyi aklından geçirmeyecek, özgünlük peşinde bir sanatçı olmanın mücadelesini verecekti.

Jülide Kural ille de “yalnız yürüme sevdalısı” değil. Sadece, doğru yolda yürümekten yana inatçı. “Tek kişilik tiyatro” denilen oyun tarzı, daha çok bu sebeple tercih ediliyor. “Yoksul tiyatro”, “en sade tiyatro” denilen bu tür, çok da basit ya da kolay değil. Oyuncu, sahnede yapayalnız olmanın birçok sonucuna katlanmak zorundadır. Oyunun “günah”ı da “sevap”ı da bir kişiye yazılır. Bu da hayli korkutucu bir durum. Fakat öte yandan, belli bir düzeyi yakalamış sanatçı da sahnede tek başına olmanın tadını çıkarır. Korkularının biri gider biri gelir ama, istediği mucizeyi de gerçekleştirir. “Tiyatro sadece samimiyetle yapılabilir. Sahnede çırılçıplak oynuyorum. Seyirci ile aramdaki engelleri kaldırmak benim için önemli. Kapitalist ilişkileri kırabildiğim birkaç saat! Hiç tanımadığım insanların yüreğine dokunabiliyorum”, derken Kural, tek kişilik tiyatroyu tercih sebeplerini çok net açıklıyordu. Elbette başka sebepler de vardı. Mesela, “Partner bulmak çok zor”, diyordu.

Zirve, ödüller ve çekip gitmek

Felsefeyi, okullarda ders vermek için okumamıştı Jülide Kural. Kendi yaşamının öğretmeni olması önemliydi. Felsefe her yerde ve her zaman vardı. Eskiye nazaran, farklı bir konumda sadece. Okullar bittikten sonra, tiyatro kesin olarak öne geçmişti. “İçimdeki Çığlık”, onun kendi ayakları üzerinde duran bir tiyatro sanatçısı olmanın tüm avantaj ve dezavantajlarını omuzlarına yükleyerek sahne aldığı oyun oldu. Sekiz ayrı kadını canlandırdı. Oyunda, yardımcı bir erkek oyuncu olmasına rağmen, esasen tek kişilikti. “İçimdeki Çığlık” oyununda, kadınların mücadelesini sahneledi Kural. Çok yankı yaptı, ilgi gördü, ödüller getirdi. Rol aldığı, sahnelediği diğer oyunlarla birlikte düşünüldüğünde, artık gündemdeki tiyatro sanatçısıydı Jülide Kural. “Kan Kardeşler” adlı müzikali, Nâzım Hikmet‚in “Sevdalı Bulut” adlı oyunu, ödül getiren diğer oyunlar olmuştu.

Hep belli bir felsefesi olan tiyatro yaşamının bu en yoğun döneminde, araya başka şeyler de girdi. Kural’ın sanatçılığıyla sınırlı tutarak sürdürürsek sözü, örneğin televizyon dizisi “Süper Baba” vardı. O dizinin İpek’i olarak ekran üzerinden bütün evlere konuk oluyordu haftada bir. Dizideki İpek karakterini, ben de çok sevmiştim. Gün gelip onu Amerika’ya yollayarak ekrandan uzaklaştırdığı için, dizinin yönetmen ve senaristine çok kımıştım. Meğer, onların günahına girmişim! Çok sonra öğrenecektim ki bu düzenleme, Jülide Kural’ın gerçekten Türkiye’den ayrılmasının zorunlu bir sonucuymuş. “Dizilerde oynadım, ama seçici davranmaya çalıştım hep”, diyordu 2001’de. Sinema filmi olarak ise 2001’e kadar sadece “Camdan Kalp” filmi vardı rol aldığı. Genco Erkal’ın da oynadığı bir filmdi bu.

Peki, emin adımlarla zirveye tırmanıyorken, o çekip gitmek de nereden çıkmıştı? İşte yıllar sonra bu soruya verdiği yanıt: “İyi bir çıkış yaptım, diye düşündüm Peki, şimdi ne yapmalıyım? Hayat keşfedilecek şeylerle dolu uzun bir yolculuk. Bu yolda yürümek, her zaman zor olacak. Ama olduğu yerde kalan biri değildim. Üç yer vardı gözüme kestirdiğim: Paris, Londra ve Berlin. Tam zirvedeyken çantamı aldım ve çıktım. Hiç kolay olmadı Berlin süreci. Dil yok, yabancıyım, oyuncu olarak tanınmıyorum. Dil kursları, dans kursları, tiyatro workshopları…” Kural, “gurbet bana göre değil”, diyerek Türkiye’ye döndüğünde, geride üç yıl bırakmıştı.

Onu, “Frida” olarak bekledik ama

Jülide Kural hem kadın kimliği ile ilgili yaşadığı süreçte vardığı sonucu, hem de tiyatroyu bilinçli bir kadın sanatçı olarak sürdürmekteki gözüpekliğini çok net vurguluyordu: “Özgür ve eşit olmak istiyordum. Kot, parka, bot giydim üniversiteli yıllarda. Sonra bir gün, bir tiyatro oyununda, kadının dişiliğini ortaya koyan bir rolde sahneye çıktım. Bu rol bana kadının kimliği konusunda yeni bir anlayışın kapısını araladı. Yavaş yavaş anladım ki erkeğe özenerek, kadın kimliğinden çıkarak özgürleşmiş olmuyor kadın. Kadın kimliğinin farkına vardıkça yeni kapıları zorlamaya başladım. İlk olarak, ben bir kadınım. Kadın kimliğinin zenginliğini gördükçe, ‘evet’ dedim, ‘beni va eden şey bu’. Ben bu kimliğe sahibim. Doğada da toplumlarda da yaşamı üreten asal güç dişidir. Birçok canlı türünde, döllenmeden sonra erkek ölür üretmekten sorumlu olan dişidir.”

 “İçimdeki Çığlık” oyununda bir takım düzenlemeler yaptı, tamamıyla tek kişilik bir oyuna çevirip “Ses” adını verdi. Yine tek başına, yine kadınlarıyla sahnedeydi Kural. Dört yazar ve şairden beş kadın tipini canlandırıyordu “Ses”te. Dario Fo’dan Ulrike ve Medea, Nâzım Hikmet‚ten Tanya, Anna Seghers’ten Anna, Zlata Filipoviç’ten Zlata. Kimdi oyunlardaki bu kadın karakterler? Ulrike Meinhof, tek kişilik ölüm hücresinde Alman finans kapitaline boyun eğmeyen bir militan; Medea, kocasının başka bir genç kadınla evlenmek isteğine isyan eden bir Antikçağ kadını; Tanya, Hitler faşizminin kuşatması altındaki Rusya’da kanlı iktidara karşı patlayan genç bir tomurcuk; Anna, yine Hitler faşizmininden dolayı Almanya’dan Hollanda’ya kaçan henüz 13 yaşında bir kız çocuğu; 11 yaşındaki Zlata, Bosna Savaşı’nın yaşayan kuşağından bir kız çocuğu.

“Kimyamda başkaldıran bir kadın var”, diyerek sözü sıradaki çalışmasına getirmişti Jülide Kural. Üç yıldır, yine tek kişilik yeni bir oyunun hazırlıklarını sürdürüyordu. Yine bir kadını taşıyacaktı sahnelere: Meksikalı ressam Frida Kahlo’yu! Kahlo, hem ressamlığı hem de kadın mücadelesi dolayısıyla 1940-50 yıllarında uluslararası alanda bilinir olan bir simaydı. Ama o da ünlenmiş bir erkeğin eşi olarak, bir erkeğin gölgesinde tutulmak “kaderi”ni paylaşmaya itilmişti tüm öteki kadınlar gibi. Asıl tanınma, yapıp ettiklerinin görünür olma süreci, ne yazık ki Kahlo için de ancak ölümünden sonra yaşanacaktı.

Jülide Kural’ı, Frida kahlo olarak da ve sabırsızlıkla beklemiştik Viyana’ya. Bu tiyatro projesini, “Frida Yaşasın Hayat“ adıyla gerçekleştirdi, ama biz Viyana’dakiler -2001’den sonraki tüm oyunlarında olduğu gibi bunu da- izleme olanağı bulamadık. “Devran“ı, Viyana’da izlemek mümkün olacak mı? Zor görünüyor, ama belli de olmazdı!

huseyin.simsek@gmx.at