78’liler | “Kötü çocuklardı, çok yanlış yaptılar”

RESMİYE ASLAN / gazeteoneri.at, 08. 08. 2019

ViyanaGazeteci–yazar Hüseyin A. Şimşek’le“Türkçe Romanda Devrimciler” başlığı altında yaptığımız görüşmenin birinci bölümünde 68 Kuşağı üzerinde durmuştuk. 68’li devrimcilerin ne zamandan itibaren, hangi romancılar tarafından ve nasıl birer roman karekteri olarak işlendiğini örnekleriyle aktarmıştı Şimşek. Görüşmemizin bu bölümünün ağırlık noktası ise, 78’li devrimcilerin Türkçe romanda görülmeye başlaması ve nasıl yer aldıkları olacak.

Gelelim,78 Kuşağı devrimcilerinin Türkçe romana girişinin, ne zaman ve nasıl olduğuna?

Hüseyin A. Şimşek: 68 Kuşağı devrimcilerinin 1970’lerde Türkçe romana girişi gibi, 78 Kuşağı devrimcileri de sonraki on yılda, 1980’lerin ortalarına doğru girdi romana. En tanınan örnek olarak, Latife Tekin’in 1986’da basılan üçüncü romanıGece Dersleri” anılabilir. Devrimi, yoksulluğu, yeraltını, parçalanmışlığı, kadınlığı ele alır. Politik örgüt içerisinde birey olarak kendisini bulmaya çalışan Gülfidan’ın gitgide kendi içine dönen ve adeta bir sayıklamaya dönüşen hikâyesini anlatır. Kolektif yapıdan sıyrılmak isteyen Gülfidan, parçalı bir anlatımla kurgulandığı için tek bir bireyin farklı sesleri sembolize edilmiş olur. Başka bir örnek, Oya Baydar’ın 2004’te yayınlanan“Erguvan Kapısı”romanı olabilir.Romanın iki önemli kadın kahramanı Ülkü ve Derin’dir. Baydar, romanındaki silahlı eylemci kahramanını aşağılayarak öldürür. Silahlı eylemcileri ve ölüm orucuna yatanları, “çirkin” diyerek betimler.

İki farklı kuşaktan devrimciler birer roman kahramanı olarak işlenirken, 1970’lerde yazılanlar ile 1980’lerde yazılanlar arasında ne tür benzerlikler ve farklılıklar var?

Eleştirmen Fethi Naci’nin her iki dönemin ilgili edebi eserlerine dair söylediklerini anımsamakta fayda var bence. 12 Mart ile 12 Eylül sonrasında yayınlanan söz konusu romanları kıyaslarken Naci, her iki dönemin romanlarının hapishanelere düşen, öldürülen devrimci gençlere bakışındaki bir farklılaşmaya da dikkat çeker. 12 Mart’tan sonra yazılan romanlarda devrimci gençler için ağıtlar yakılırken, 12 Eylül’den sonra yazılan romanlarda kurulu düzenden yana tutum takınıldığını söyler. Bu farklılaşmayı, aynı romancıların iki farklı dönemi konu alan romanları için de vurgular.  12 Eylül’den sonra yazılan veya yayınlanan romanlarda yazarların, devrimci gençleri farklı biçim ve oranlarda aşağılayıp horgördüklerini yazar. Bu yazarların, devrimcileri azarlayan bir ton ve tarzda, “Dünyayı değiştirme görevi size verilmedi” dediklerini; siyaseten nedamet getiren ya da “evcilleşen”leri ise bol bol övdüklerini ifade eder. Ben burada, somut örnekler üzerinden değerlendirme yapmaktan yanayım. Zaten Fethi Naci de yukarıda mealen naklettiklerimi somut örnekler bağlamında söylüyor. Kimi yazarlardan yaklaşımlar aktarmak da mümkün. Mesela Pınar Kür, “12 Mart’ta hayatlarını kaybedenler masumdu. 12 Eylül’de ise masum değildiler“, der. Oya Baydar, “12 Eylül’le sanat slogandan uzaklaştı, kendi akışını buldu, çiçeklendi”, diye yazar. 12 Mart’ta birer “İnce Memet” sayılan devrimci gençler, bu yazarlara göre 12 Eylül sürecinde en azından o halleriyle yoktular artık. 1970’lerdeki eleştirel yaklaşım, 1980’lerde yerini reddedişe bıraktı. Acıyan değil, nefret eden bir tavıra kayıldı. Yıkıcı, vahşi, kaba öznelerdi artık devrimciler. 12 Eylül’den sonra devrimci hareketin yükselişe geçemeyişi, önemli bir etken bence. Bu dönemde, devrimcilerin işlendiği bu tarzdaki romanlar, nesnel olarak 12 Eylül rejimine yaradı.

Sözünü ettiğin romanlara “Küfür Romanları” ya da “Eylülist Romanlar” denildi. Bu tanımlamaları için ne diyeceksin?

Yalçın Küçük’ün “Küfür Romanları” adlı bir kitapçığı yayınlandı. Sonra Alev Alatlı, ona karşı “Aydın Despotizmi” adlı bir kitapçık kaleme aldı. Bu konuyla ilgili ilk yazım, aylık politik yayın Komün dergisinin Kasım 1992’de çıkan ilk sayısında “Hep ‘bedbaht geçmiş’li ya da ‘Frustrated’ devrimciler” başlığıyla yayınlandı. “Devrimci kahramanları”nı basit birer araç gibi kullanarak önyargıyla işleyen o eserlere “roman değil” demek yanlış bence. Bir romanda, devrimci kahramanlar da karşı-devrimci kahramanlar da olur ve yazar her ikisini de mümkün mertebe nesnel işlemeyi amaç edinmelidir. Önyargı, karşıtlık yazarın kendisinde değil, yazdığı romanın kahramanlarında olur. En çok tepki çekenler olarak Mehmet Eloğlu, Ahmet Altan ve Latife Tekin’in ilgili eserlerini yazım tekniği, biçimsel özellikleri veya üslupları açısından “roman” saymamak olmaz. İyi, kötü, nesnel, öznel gibi tanımlamalar yapılabilir. Karganın sesi hoşunuza gitmeyebilir, ama onun “kuş” olmadığını iddia edemezsiniz? Burada adını andığım hiçbir yazarın ve eserinin yoksayılması, hele ki yasaklanması taraftarı olmamalıyız.

1990’lara doğru senin de aralarında yer aldığın, devrimci politik mücadeleden gelen yazarlar çıktı sahneye. “Devrimcileri devrimciler yazmaya başladı” mı demeli bu sürece?

Benim de içinde yer aldığım, 1990’lara doğru ürün vermeye başlayan ve kendine 68 ya da 78 kuşağı devrimcisi diyen o yeni yazarlar topluluğunun ağılıklı kesiminde, çıkış sürecinde edebi seviye oldukça düşüktü. Bir romanda kalanlar da oldu bu yüzden. Edebi üretim çıtasını yükseltip, yazmayı bugüne kadar sürdüregelenler de. Ben yazmaya devam edenlerin de iki grupta ele alınabileceğini düşünüyorum. Azınlıkta olan birinci gruptakiler, devrimcileri, gerçek yaşamdaki halleriyle, bütün yönleriyle vermeye gayret ediyorlar. Bu noktada, her bir romancının başarısı ayrı ayrı ele alınmak ve değerlendirilmek zorunda elbette. Bunlara göre, devrimcileri yazan yazarın kendi politik duruşu, eserini çok dolaylı bir şekilde etkileyebilir ama belirleyemezdi. Elbette yazar, kelimenin gerçek anlamında “yazar” sayılmayı hak etmiş biriyse. Birer örnek olarak 68 Kuşağı’ndan Muzaffer Oruçoğlu, 78 Kuşağı’ndan Kaan Aslanoğlu’nu zikredebilirim. Ben kendimi, en azından anlayış olarak bu grupta görüyorum. ”Anlayış olarak” diyorum, çünkü yazdığım romanlara “not” vermek benim kendi işim değil. Bu gruptakiler, edebi tutum ve edebi yetkinliği önemseyenlerdir. Edebi tutum ile edebi yetkinliği biraz birbirinden ayırmak gerekir bence. Ben, kendi edebi tutumumu -yetersizliklerine rağmen- başından beri sağlıklı bulurum. Ama iş yetkinliğe gelince, örneğin ilk üç romanımın ilk baskılarının dilinde, kurgusunda çok temel eksiklikler ve hatalar vardı. Buna yönelik aldığım bütün eleştirilerin çok faydasını gördüm.

İkinci gruba gelecek olursak: Geriye dönüp baktığımızda görürüz ki “çekilin bakalım kenara, devrimcileri, biz devrimci yazarlar anlatacağız”, diyenlerin ağırlıklı kesimi, aslında “burjuva” ya da “küçük burjuva” dedikleri romancıların devrimcileri işlerken yaptıkları yanlışları tersinden yaptı. Daha önce birileri devrimcileri ötekileştirmiş, aşağılamış, ille de dönüştürmek mi istemişti; edebi bir tutumdan, edebiyat alanıyla ilgili donanımdan yoksun, salt politik saiklerle bu deryaya dalan “devrimci yazarlar” grubu da devrimcilere -edebiyatla ilgisi olmayan tarzda- avukatlık, övgü memurluğu yapmaya kalktı. Bu tür “devrimci yazarlar”ın kitaplarındaki devrimciler, insanüstü “yüce” varlıklardır adeta. Siyah-beyaz karakterler revaçtadır hep. Sonuç itibariyle iyiler-kötüler klişesinin kötü yeni versiyonları çıkabilmiştir ortaya. “Kendimizi, en iyi kendimiz yazarız”, “bizzat yaşayanlar yazıyor” gibi tanımlamalar, özellikle de söz konusu olan edebiyatsa, “beylik” laflar olmaktan öteye gidemez, gitmedi. Edebi yetkinliğe ulaşamamış bir kişi, politik duruşunu sihirli bir değnek saymakla romanının karekterlerini yeterince yoğuramaz. O karekterler, yazarın siyasal, düşünsel değerlendirmelerini söylettiği kuklalardan farksız kalır. Yalınkat karekterlerle çatılmak istenen anlatının arkaplanı zayıf, insan halinin rengarenkliliği ve karmaşasından yoksun, yer verilen olaylarda yeterli ayrıntı ve derinlikten söz etmek imkansız, olay akışlarında bağlam sorunları gırla gider, yazar ile başkahraman her konuda uyum içinde olur vs.

Sen yazdığın romanlarda devrimcileri nasıl anlattın? Somut örnekler vererek anlatabilir misin kısaca?

Romanlarım üzerinden daha somut bir şeyler söylemek konusunda benim önerim şu olacak: Ben anlatmayayım, eleştirmenlerin değerlendirmelerinden kısa pasajlar aktarayım. Tunca Aslan’ın, ilk romanımla ilgili değerlendirmesinden: “Yaşamı ve direnişi zıt yönleriyle görme başarısını görüyoruz kitapta. ‘Geçmişte başarılamamış şeyler’, ‘Yüreklere akıtılan yasaklar’, ‘Kimi günleri ayıplı dün’ de başarıyla aktarılıyor. Verilen fireleri anlatmakta da hiç sıkıntısı yok, Ayrımı Bol Bir Yol’un.”(1)

Aynı romanla ilgili, Haydar Oğur’un değerlendirmesinden: “İlerici insanlar için tarihsel anlamda çelişkin olaylar trajiktir. Bundan ötürüdür ki, Hayri’nin kollektif bir ideali gerçekliğe dönüştürme yolundaki bu direnişinin kendi iradesi dışındaki bir müdahaleyle yarılanması, kaza sonradan grevi bırakan Hasan‘ın, Hayri’nin tedaviyi gönüllü kabul ettiğine dair tuhaf ithamı bizi her ne kadar derinden yaralasa da, roman kahramanına karşı olan ilgimizde, güvenimizde ve sevgimizde herhangi bir eksikliğe yolaçmaz…”(2)

İngiltere’de yaşayan akademisyen Dr. Ahmet Alver, Eylül Şifresi romanımı oldukça ayrıntılı bir şekilde inceler ve 12 Eylül sessizliğini parçalayan ilk edebî ürünlerden biri olduğunu ifade eder. Dr. Alver’in söz konusu incelemesinden birkaç pasaj şöyle: “… üstkurgusal sahne romanın mesajının evrenselliğini gösterir: Romanda bulunan karakterler her yerde bulunabilir. Çelişkiler ve sorunlar devam ederken, devrimci için en önemli direniş eylemi, insanları susturan Eylül Şifresinin deşifre edilmesine yardımcı olmaktır. Mutlu bir son yok. Çünkü metinde ortaya konan çatışma ve çelişkiler, bağlı bulunan toplumda devam ediyor…”(3)

Bu yazıların tamamı ya da benzer diğer değerlendirmeleri merak edenler, internet sayfamın “Basından” menüsünü gözatabilirler. (4) Edebiyat Dostları ve Düşün dergilerinin, ilk romanıma yönelik oldukça sert eleştirilerinin orjinal metinlerini bulduğumda, onları da paylaşacağım sayfamda.

………………………………………………………………….
Kaynaklar:
1) Tunca Aslan, İkibine Doğru dergisi / 6-12 Eylül 1987
2) Haydar Oğur, Yeni Demokrasi / Ekim 1987
3) Dr. Ahmet Alver, www.turkishstudies.net
4) www.huseyin-simsek.com