“İlk Kemal”in bu günlerimizdeki vebali büyük

Artı Gerçek / 22 Haziran 2020

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadarki uzak ve yakın tarihinde, yeni devletin inşasında “kurucu akıl”a katkı sağlamış başka kaç tane “Kemal” var, bilemiyorum. Burada “ilk Kemal” dediğim kişi, Nâmık Kemal; onu “ilk” sayılma konumuna taşıyan ise Mustafa Kemal’dir. “Anavatan” Türkiye ile “yeni vatanı” Avusturya’da yaşanmış tarihi süreçlerle bağı içinde, her iki devletin kuruluşunuda etkili olmuş şahsiyetler üzerine bazen karşılaştırmalı bazen paralel okumalar yaparım. Madalyonun “yeni vatan” yüzünde, layıkıyla tanıma isteği ve çabası ağır basar; “anavatan” yüzünde ise o kadim soru yer alır hep: Türkiye Cumhuriyeti’nin başka bir tarihi olabilir miydi?

Paralel okuma yaptığım o şahsiyetler arasında Türkiye’denNâmık Kemal de var. Sınırları içinde doğduğu, büyüdüğü, hayata atıldığı (hatta zaman zaman “hayattan atıldığı”) imparatorluktan artık bir “cumhuriyet” çıksın istedi, bunun için mücadele etti. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin harcında onun ve kuşağının da önemli bir katkısı söz konusu. Başlığa da uygun olarak, Nâmık Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “kurucu aklı”nın oluşumundaki rolüne değinecek; iki yıl sonra ilk “yüzyıl”ını geride bırakacak bu cumhuriyetin, hâlâ ve aslında “kuruluş süreci”ni bir türlü tamamlayamayışında onun “vebali”nin ne olduğunu irdeleyeceğim.

Aristokrat bir ailenin çocuğu olarak 1840’ta Tekirdağ’da doğan Nâmık Kemal, dönemin özel eğitim görme şansı bulmuş sayılı gençlerinden biridir. Arapça ve Farsça da öğrendiği için, 1863’te Babıali Tercüme Odası’na kâtip olarak girer. Dönemin düşünür ve sanatçılarıyla da bu işi sayesinde tanışır; yanısıra, 1865’te kurulan “İttifak-ı Hamiyet” adlıgizli derneğe üye olur. Açık faaliyet yıllarında “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” adını alan bu derneğin yayın organı sayılan “Tasvir-i Efkâr” gazetesinde yazmaya başlar. Ana talepleri, “meşruti bir yönetim”dir. Gazete, 1867’de kapatılır, Nâmık Kemal vali yardımcısı olarak Erzurum’a atanır. Görev yerine gimek yerine, Ziya Paşa’yla birlikte Paris’e kaçar.

Paris’te durmaz ama, Londra’ya, kendilerini Avrupa’ya çağıran Mustafa Fazıl Paşa’nın yanına gider. Orada, “Yeni Osmanlılar” adına çıkarılan “Muhbir” gazetesinde yazar. Gazetenin sahibi Ali Suavi’yle anlaşmazlığa düşünce ayrılır, 1868’de Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğiyle “Hürriyet” gazetesini çıkarır. Fakat Nâmık Kemal’in, çevresini oluşturan Osmanlı kökenli aydınlarla yıldızı barışmaz bir türlü. Bu, Avrupa’da yalnızlaşmasıyla sonuçlanır. Hem aristokrat bir ailenin çocuğu, hem de Osmanlı bürokrasisinden gelen bir “muhalif” olmak, o zor günlerde imdadına yetişir; dönemin zaptiye nazırı Hüsnü Paşa’nın çağrısı üzerine, 1870’te İstanbul’a döner.

Muhalifliğinden vazgeçmek üzere yaptığı bir dönüş değildir bu. 1872’de, bir grup aydınla birlikte “İbret” gazetesini kiralar. Gazete, çok geçmeden onun bir yazısı dolayısıyla dört ay süreyle kapatılır. Kendisi ise Gelibolu mutasarrıflığına atanır. Rahat duracağı yoktur, orada “Vatan Yahut Silistire” oyununu yazar. Oyun, 1873’te İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelendiğinde yönetim karşıtı gösterilere yol açar. O sırada İstanbul’a dönmüş olan Nâmık Kemal tutuklanır ve Magosa’ya sürgüne gönderilir. Magosa’dan dönüşü, 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanı sayesinde gerçekleşir. “Kurucu aklı” taşıyanlardan biri olarak Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi olmanın yanısıra, Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. Fakat sadece iki yıl sonra, 1878’de I. Meşrutiyet’e son verir padişah, Nâmık Kemal bir kere daha tutuklananlar arasındadır. Beş aylık bir tutukluluğun ardından Midilli Adası’na sürülür. 1887’ye kadar sırayla Midilli, Rodos ve Sakız adalarında mutasarrıflık yapar. 1888’de Sakız Adası’nda ölür, mezarı Gelibolu-Bolayır’dadır.

Tarihe, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapsadığı topraklarda yükselen ilk ulusal kurtuluş dalgaları döneminde kendi ulusu adına sesini yükseltmiş, elini taşın altına koymuş bir teorisyen, örgüt adamı, gazeteci, devlet adamı, yazar ve şair olarak geçti. “Çürümüş imparatorluk”tan kurtulmak gerektiğini düşünmeye başlamış ilk kuşağın neferlerinden biriydi. Yeni ve modern bir devlet için “yaşasın hürriyet ve meşrutiyet“ diye bağırdığı için kitaplarının dağıtımı, oyunlarının sahnelenmesi yasaklandı, üç yıldan fazla hapiste, 11 yıl sürgünde kaldı. Nâmık Kemal’in de içlerinde yer aldığı “Yeni Osmanlılar” kuşağı, gerçekten de bugünkü Türkiye Cumhurisyeti’nin inşasında iz düşüren, yol açan bir rol oynadı. Önce “Jön-Türk Hareketi” ve daha sonra “İttihad ve Terakkı Cemiyeti”ne giden yolda öncülük eden bir çalışma yapmışlardı. Mustafa Kemal ve kuşağı ise, o izi süren, yolu yürüyenlerden oluşacaktı. Şimdi, Nâmık Kemal’in şahsında o kuşağın bıraktığının nasıl bir iz olduğuna bakalım kısaca.

Nâmık Kemal’in gittiği süreçte, Batı Avrupa’da sosyalist düşünce revaçtaydı. Osmanlı’nın aristokrat ve bürokrat kesiminden gelen bir aydının, Paris-Londra eksenindeki o “Batı Avrupa entelijansiyası”nın sosyal sınıf bilincine ve toplumcu söylemlere ağırlık veren kesimiyle uyum sağlaması çok da mümkün olamadı. “Vatan” tasavvurunu Garibaldi, Silvia Pellico, Voltaire, Condorcet’ten öğrenilmiş “milliyetçilik ile liberalizmi birlikte götürmek” üzerine bina etti. Aynı dönemde, “Asya Tarihine Giriş” kitabının yazarı Leon Cahun, Macar kökenli Yahudi bir aileden gelen ve “Türkçülük” akımının öncülerinden sayılan türkolog Arminius Vanbery ile de yoğun bir mektuplaşma trafiği içindeydi.

İbrahim Küreli, onun klasik İngiliz iktisat ekolünün etkisiyle, hem “iktisadi özgürlük” çerçevesinde bağımsız gümrükleri, fabrikaları, bankaları savunduğunu hem de korumacı anlayışa uygun fikirler ileri sürdüğünü ifade eder. Carter V. Findley, “çelişkili görüşlere sahipti” der. Şerif Mardin, düşünsel arka planının ilk sırasına, “geleneksel Osmanlı dünya görüşünün kalıntıları”nı koyar. İkinci sırada, reformcu politikalar ve yenilik vardır. Üçüncü sırada, “Doğu-Batı arasında bir orta zemin bulma” çabasını zikreder. Bütün kafa karışıklığı ve çelişkilere rağmen, ortada duran şöyle bir talep vardı: Yapıştırıcısı “Osmanlı vatanperverliği” olan, anayasal ve parlamenter bir yönetim şekli! FakatOsmanlı vatanperverliği” tezi, gerçek hayatta bir karşılık bulamadı.

Osmanlı Sarayı’nı meşrutiyete zorlayan aydınlara, evdeki hesabın çarşıya uymaması dolayısıyla bir şeyler olmaya başladı. “Yaşasın hürriyet ve meşrutiyet“ diye haykırdıkları aynı günlerde, imparatorluk içindeki diğer ulus ve azınlıklar da bu gidişattan yararlanma istedi. Bunu fark eden Nâmık Kemaller kuşağı, “bir dakika” dedi ve hanedanlık sistemine karşı en sert muhalefeti sürdürme coşkuları adım adım kayboldu. Nâmık Kemal için kırılma noktası, esasen 1879’da Midilli’ye sürgünle başlamış gibidir. Bağımsızlığını ilan eden uluslar çoğaldıkça, suskunluğa gömüldü o. Bütün uluslar, ulusal topluluklar için, birlikte ya da ayrı ama özğür ve eşit bir dünyanın kemaline bir türlü ermedi aklı.

“Yaşasın hürriyet ve meşrutiyet“ dediği için ağır bedeller ödemiş o “İlk Kemal”, ilerde kurulacak olan Türkiye’nin başına musallat edilen inkârcı, baskıcı, yasakcı resmi ideolojinin ilk mimarlarından biri haline geldi. Fazlasını merak eden, “Namık Kemal’in Özel Mektupları“ adlı kitaba bakabilir. 1878‘de, Menemenli Rıfat’a yazdığı mektupta, aynen şunları savunur: “Elimizden gelse, memleketimizde varolan dillerin Türkçe dışındakileri mahvetmeye çalışmak gerekirken; Arnavutlara, Lazlara, Kürtlere birer alfabe tayiniyle bir manevi silah mı teslim edelim?..”

Bir ulusun ya da azınlığın kendini koruması, geliştirmesi ve başka ulus ve azınlıkları içinde eritmesi için, dilin dinden daha etkili, daha kesin bir araç olduğunu da belirten Nâmık Kemal, aynı mektupta şunları da vurgular: “… Rumlara, Bulgarlara bizim dili kabul ettirmek mümkün değildir; fakat Arnavutlara, Lazlara, yani Müslümanlara kabul ettirmek çok kolaydır. Oralarda, uygun yolda idare edilir, okullar yapılır ve hatta bizim eğitim programının hükmü icra edilirse, yirmi yıl sonra Lazca, Arnavutça bütün bütün unutulur …”

Esasen 1925 yılından itibaren (cumhuriyetin kuruluşundan iki yıl kadar sonra) Nâmık Kemal’in hayal ettikleri, “İkinci Kemal”in (Mustafa Kemal’in) öncülüğünde birer birer gerçekleştirilmeye başlandı. Yani, Türkiye’yi hâlâ cumhuriyetin kuruluş sürecindeki temel sorunlarla boğuşturup duran bugünkü resmi ideolojinin kemaline ilk erenler, Nâmık Kemallerdi. 100. yılına ramak kalmış bir cumhuriyetin temel ideolojisi haline getirilen o sakat ve yanlış hesap, yıllardır sayısızca zenginliği toprağa gömdü, gömmeye devam ediyor.

huseyin.simşek@gmx.at