Artı Gerçek / 10. 06. 2020
Türkçe’yi altı-yedi yaşımdan itibaren öğrenip konuşmaya başladım. Anadilimi (Zazaki/Kırmancki) unutmamın bedeli de olsa bu dili çok sevdim. Çünkü bilgi sahibi olmanın, fikir yürütmenin, haklıyı savunmanın, doğruyu söylemenin dili olamayacağını, hâlâ büyük bir oranda Türkçe ifade etmeye devam eden 33 yıllık bir gazeteci ve yazarım. Yanısıra, yine yıllardır anadilim için de empati istiyor ve bunun için mücadele ediyorum.
Kendi ülkemde unutturulan anadilimi, kırk küsür yaşından sonra yerleştiğim bir Avrupa ülkesinde yeniden keşfetmem, öğrenmem ve öğretmem acı veriyor bana. Kadim kavimleri arasında yer aldığımız topraklarda, bir monarşinin yıkılıp yerine cumhuriyet idaresinin kurulması süreci, ne yazık ki karar kılınan “ulus devlet”in resmî dili dışındaki bütün anadillerin kıyımıyla sonuçlandı. “Yeniden doğuş” için seçilen bir dilin taçlandırılmasını, o topraklardaki diğer anadillerin ölümüne, yokolmasına bağladılar.
Kanadalı dil araştırmacısı Mark Abley’in verilerine göre, dünyamız 6 bin kadar dille tanıştı. “Doğal bir seleksiyon” çerçevesinde bunların önemli bir kısmı birer birer yokoluyor. Doğal olmayan, bir o kadarının da planlı bir şekilde yokedilmek istenegelmesidir. Alman coğrafyacı Alexander Von Humboldt 200 küsür yıl önce, dünyanın çok farklı bölgelerinden insanın kanını donduran dil ölüm hikâyeleri kaydetmiş ve günümüze ulaştırmıştır. David Crystal, “Dil Ölümü” adlı kitabında, her iki haftada bir dilin öldüğünü verilerle ortaya koyar. Kaba bir hesapla 6 bin dilin yüzde 30 ile 50‘si yok artık. Yaklaşık 100 yıl sonra ise dünya dillerinin yarısı kaybolacak. Prof. George Hewitt, kendisiyle yapılan bir görüşmede hem yokolan hem de ölüm döşeğinde bulunan anadilleri tek tek sıralar.
Peki, “doğal bir seleksiyon” denilerek sineye çekilebilecek ölümlerin yanısıra, anadillerin planlı programlı bir şekilde yokedilme süreci, Türkiye’de nasıl yaşandı? Bu soruyu, en uzak ve irili ufaklı bütün tarihi köken ve referansları ortaya koyarak yanıtlamak şart. Ancak ben bu yazıda, kendi kuşağımın yaşamından konuyla ilgili somut aktarımlar yapacağım sadece. Farklı bir deyimle, “bir çocuğun kendi anadilinden soyundurulması”nın gerçek öyküsü!
Kurulan cumhuriyetin kimliğinin sacayakları, bütün diğer “katışımlar”dan arındırıldı; Türk, sadece Türkçe konuşan ve Sünni Müslüman şeklinde belirlendi. Sadece Mustafa Kemal ve arkadaşları değil, Namık Kemal de Ziya Gökalp de böyle olmasını istemiş, bunun için mücadele etmişlerdir. Sanıldığının tersine, kurulan cumhuriyete ana niteliklerini veren, şekl-i şemalini belirleyen güçlü bir arka plan söz konusu. 29 Ekim 1923 günü, Birinci Meclis yerini İkinci Meclis’e bıraktığında ilan edilen “cumhuriyet”, o güne kadar yaşanan sürecin “gizli ajandası” olarak belirmiştir.
20 Mayıs 1924 günü, resmi dairelerde Türkçe dışındaki anadillerin konuşulması yasaklandı. Eğitimde varlık göstermeleri söz konusu bile olamadı. Bu dillerde kitap, dergi, gazete çıkarılamazdı artık. Cumhuriyetin ilk kırk yılını, o cumhuriyetin boy attığı topraklardaki kadim anadiller toz-duman içinde, sümen altında, kalın kalın perdeler ve duvarlar arkasında geçirdi. O anadillerin, kıyıdan köşeden gidecek şekilde tekrar görünür olması ancak 1960’lardan sonra ve kısmen mümkün oldu. Belli sayıda dergiler çıkarılmaya başlandı. Benim kuşağımın doğup ilkokula başladığı 10 yıllık dönemdi bu.
1960’larda bile, özellikle de ülkenin doğu yarısında ahalisi Türk ve Sünni Müslüman olmayan köylerin önemlice bir kesiminde henüz okul yoktu. Benim doğduğum köyde yoktu mesela. Bütün köy Zazaki/Kırmacki konuşurdu. Benim kuşağım, okula başlayana kadar başka bir dil öğrenme şansına sahip değildi. Bize göre “başka olanlar”ın dilini, Türkçe’yi az buçuk bilen erkek ebevenylerimiz vardı elbette. Kadınların Türkçe bilmeyenler kuşağı ise, annelerimize kadar yakın bir zamana sarkar. Dedelerimiz, askerlik yaparken “Ali Okulu”na devam ederek az biraz Türkçe öğrenmişlerdi. İkinci etken ise, büyük şehirlerde yeni yeni başlayan gurbet hayatıydı. Nenelerimizin okuma olanağı olamadı maalesef. Komşu köylerimizde okullar açılmaya başladığında, baba ve annelerimizin kuşağı temel eğitim dönemini (1945-55 arası) geride bırakmak üzereydi. Köyümüze en yakın okul 1953 yılında hizmete girdiğinde, babam 15 yaşındaydı. Üç erkek kardeşten sadece en küçüğü, iki yıl köy ilkokuluna devam etme şansı buldu. Kız kardeşler, böyle bir olanaktan mahrumdu.
Okul çağım 1968-69 eğitim yılında geldi. Babam ve annemin okuma şansı bulamadığı komşu köydeki ilkokula başladım. Bir yandan, ‘okuyup büyük adam olma’ hevesi ve heyecanı içindeydim. Yıllar sonra anlayacaktım ki bu aynı zamanda benim anadilimin atmosferinden adım adım çıkış yolculuğummuş! İlkokul eğitimine kendi anadilinde başlayamayan her çocuk ilk göçü, ilk gurbeti, ilk yabancılaşmayı “yeni ve tek bir dilde büyüyerek” yaşarmış. Dolayısıyla, anadili Türkçe olmayan benim kuşağımdan çocukların ilk gurbet deneyimi, “dilin gurbeti” oldu. Diğer “gurbet”lerin hiçbirine benzemez bu. Hem büyüyüp hayata atılacak yaşa gelmeden, hem de öyle uzak uzak şehirlere gitmeden yaşarsınız onu. Anadiliniz, resmî ve “tek geçer akçe sayılan dil” Türkçe değilse, doğduğunuz köyedeki okula adımını attığınızda bile o “dilin gurbeti”ndesinizdir.
İlkokula başladığımda tek kelime Türkçe bilmiyordum, ama ahalisinin Zazaca konuştuğu bir köyde Türkçe öğrenim görüyordum; hayatın geri kalanı hâlâ anadilde sürüyordu. Bu yüzden, “dilin gurbeti”ne düşmüş sayılmazdım henüz. Kendi anadilimin coğrafyasında, ikinci bir dille tanışmış, onu konuk etmiş gibiydim. Ne zamanki, ülkenin doğu yarısında çok yaygın olarak “yatılı bölge okulları” açılmaya başladı, iş temelinden değişti. Bağlı bulunduğumuz ilçedeki yatılı okul 1972’de hizmete girdi. İlkokul 4. sınıftan itibaren “yatılı” devam ettim öğrenim hayatıma.
Ben dahil, yatılı okula getirilenlerin ilk adım attıkları mekân, okulun hamamı oldu. O ilk gün çırılçıplak soyunduk, yıkandık. Banyodan çıktıktan sonra üstümeze giydiğimiz “tuman, fıstan, işlige, pıren, puç” değildi artık; pantolon, önlük, gömlek, atlet, don, çoraptı. Fakat bu arada, anadilimiz de o ilk banyonun suyuna katılıp gitmişti tamamen. Anadilimizi soyunmuş, Türkçe’yi giyinmiştik! İlçenin dışında, etrafı tel örgüyle çevrili, dokuz ay hiç dışına çıkamayacağımız o mekânda sadece ve sadece Türkçe konuşulacağı, altı çizilen ilk şartlardan biriydi çünkü. Bu şart, birey olarak yeniden yaratılmanın kilidi ve anahtarıydı.
Kelimenin gerçek anlamıyla “dilin gurbeti”ndeydik artık. Köydeki gibi, haftada beş gün Türkçe bir mekâna konuk olmaya benzemiyordu bu. Sokaklarında anadilinin konuşulduğu köyden eser yoktu. Sadece ödev yaparken Türkçe’nin atmosferine girip, geriye kalan bütün zamanın anadilde aktığı ev de.. Anadilim yatılı okulda konuk ya da ikinci dil olma şansı da.. “Anlamıştık” ki meğer bizim anadilimiz yasakmış! Anadilimizde ne okunur, ne de yazılırmış! On yaşına kadar çatır çatır konuştuğumuz o dil, aslında dil bile değilmiş! Bizim de kendimize özgü bir inanç yolumuz, bir anadilimiz, bir etnik kimliğimiz olduğu, “bir varmış bir yokmuş” kalıbıyla başlayan masallara karışıvermişti. Ama yine bir şartla: Ağza alınması yasal masallar!
İlk yılında alınan 480 öğrenci içinde sadece 5-6 kişinin Sünni ve Türk köylerden geldiği o yatılı okul dünyasında, aştan ayağa işlenip yeniden yaratılacaktık! Elbette o yaşlarda, anadilden kopmayı, zamanla onu hepten unutmayı çok da sorun yapmadık. Ailelerimizin teşvikleri de bunda önemli rol oynadı. Türkçe süren hayatta, üçten beşten geri kalmayacak kadar heyecanlı ve hevesliydik; okuyup “adam olacak”tık biz de! Öğretmen, hemşire, kim bilir belki doktor ya da mühendis, gazeteci ve yazar… Anadilimizden koparıldığımızda, dilin ve yazının hayatımızda oynayacağı rolden haberdar değildik. Meğer ömrü, “gerekli para”yı kazanmaya ayarlı değilmiş “dilin gurbeti”nin; sadece eğitim basamaklarını tırmandığınızda da değil, kamusal alana her adım attığınızda size “uygun” görülen yeni yaşam tarzınızmış! Anadiliniz hak ve özgürlüğüne kavuşmadığı sürece, hayatınız “dilin gurbeti”nde nihayet bulacakmış.
Başka yolu yok muydu? Özellikle de son on yıldır kısmen anlaşılmaya başlandı: Başka bir yolu vardı elbette. Aynı devlet içinde, resmi bir eğitim, pazar, hukuk dilinin gerekli olduğunda anlaşılabilir, geriye kalan diller yasaklanıp yoksayılmayabilirdi. Bunun da bir tür kıyım, zulüm olduğu kabul edilmeli artık. On beş yıl öncesine kadar, çocukken anadilinden koparılmış bir gazeteci-yazardım. Şimdi, kayıp hazineme yeniden kavuşmuş gibiyim. Hatırladığım her sözcük, toprağın altından çıkarıp yeniden elime aldığım o ilk anahtarın küf kokusu bile bana büyük bir heyecan ve ilham veriyor.
Bize anadilimizi unutturanların oğulları ve torunlarının, içimizde taşlaşan çığlıklarla ilgili söyleyecekleri yeni bir şeyleri olmalı. Hangi dili biliyorsanız onunla konuşalım, yeter ki sesiniz çıksın; ‘haksızlığın ve zulmün dili olmaz‘, diyebilelim.