“El kapıları”nda değil, “yeni vatan”larındalar artık!

Son Haber / 05. 06. 2020

Türkiye’den Avrupa’ya resmî anlaşmalar çerçevesinde planlı ve kitleler halinde işçi göçü, 1960 yılında Almanya ile başladı. Avusturya’da 1962 yılında başlayan benzer çalışmalar, 1964 yılında sonuç verdi. 60’lardan önce, içinde işçilik de olmak üzere çok farklı nedenlerden dolayı, kendi bireysel çabalarıyla ya da az sayıda firma üzerinden Avrupa’ya gelmiş Türkiye kökenli bireylerden oluşan küçük bir grup vardı sadece. Yani işçi göçünden önce, kelimenin gerçek anlamında bir “Türkiye kökenli bir toplum”dan söz edilemezdi.

Bugün, yani 60 yıl sonra, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli nüfusun -ortalama olarak- üçte ikisi, “yeni vatan” şeklinde tanımladığı ülkenin vatandaşı. Ulusal ve dinî aidiyetler bakımından yekpare değildir bu nüfus. “Yeni vatan”larında, ulusal/etnik kimlikleri temelinde fiili olarak “ulusal halk toplulukları” (“ulusal topluluk” ya da “dil azınlıkları”), din/inanç çerçevesinde ise resmi (yasal) azınlık olarak kabul görmektedirler. Yani, 60 yıl öncesinin misafir işçileri, yerleştikleri Avrupa ülkelerine yeni ulusal ve dinî azınlıklar kazandırmışlardır. Bu Türkiye kökenli azınlıklar, doğdukları ülke bazında ele alındıklarında iki; geniş aile (dede-nene, baba-baba, oğul-kız ve torun) bazında ele alındıklarında ise dört kuşağı barındırıyorlar.

Türkiye’den gelenlerin Avrupa’ya kazandırdığı azınlıklarda resmi (yasal) ilk tanınmalar, dinî temelde elde edilmiş durumda. Hal böyle olunca, 60 yıl öncesinin “el kapıları”, artık “yeni vatan” olarak tanımlanıp görülmektedir. Büyük bir çoğunluk kendisini misafir veya sezonluk işçi, yabancı ya da göçmen kişi/aile değil; yeni Almanya, yeni Avusturya, yeni Fransa vatandaşı sayıyor. “Avrupa’nın yerleşiği olma” süreci, çok da yakın bir zamanda yaşanmadı üstelik. Türkiyeli kökenli işçiler, geniş kitleler halinde 1974-75’ten itibaren eş ve çocuklarını da yanlarına aldıklarnda başladı. Farklı bir deyimle, Avrupa’daki Türkiye kökenli nüfusu oluşturanlar, “kalıcılaşma” yönündeki ilk adımlarını bundan 45 yıl önce attılar.

Misafir, yabancı, göçmen… Yeni veya ulusötesi vatandaşlar…

Yukarıdaki bütün o tanımlar, aşama aşama kat edilen sosyolojik, demografik süreçleri ifade ediyor. “Misafir” ya da “sezonluk” işçilik  konumu, (tek tek ülkelere değişmekle birlikte ortalama) 1960-70 arasını kapsadı. 1970-75 döneminde, sadece yaz-bahar aylarında değil, dört mevsim çalışmanın, yani Avrupa’da sürekli kalmanın yolunu bulanlar çoğaldıkça, bu kitle, “yabancı işçi” şeklinde tanımlanır oldu. Hâlâ tek tabanca, hâlâ “gurbet”te olduğu havasındaydı ama, işinin daimi bir düzene girmiş olması önemli bir gelişmeydi.

19775’ten itibaren Türkiye kökenli işçi nüfusun yapısında çok daha önemli değişiklik ve çeşitlenmeler gündeme geldi. Baraka, işçi lojmanı ya da işçi yurdundan çıkarak, yavaş yavaş evler kiralamaya başladılar. Bunun çok önemli bir sebebi vardı; eşlerini ve çocuklarını getirdiler, “aile birleşimi” sürecine girdiler. Sadece, tekil ve çoğunlukla “erkek” işçilerden oluşan bir toplum kalmadı ortada. Eşlerin getirilmesiyle nüfustaki kadınlar çoğaldı; gençler ve çocuklar kıtadaki Türkiye kökenli azınlıklara farklı açılardan şen şakrak, dinamik, sosyal aktif bir görünüm kazandırdı. Kaçınılmaz olarak Avusturya’daki konumlarının yeni anlamlar yüklenmesine neden oldular. Kendileriyle ilgili yeni sosyolojik tanımlamaların zeminini hazırladılar.

Hâlâ doğdukları ülkenin vatandaşı kaldıkları için, 1980-85 arası dönemde “yabancı işçi/aile” ya da “göçmen işçi/aile” sayıldılar. 1980’lerin ortalarından itibaren ise yaşadıkları AB devletinin vatandaşlığını almaya başladılar; “göçmen vatandaş”, “göçmen arka planı olan vatandaş” şeklinde tanımlandılar yavaş yavaş.

Yaşadıkça Avrupalı, ölünce Türkiyeli

Hâlâ Tükiye vatandaşı olanların da, AB üyesi bir devletin vatandaşı olanların da ezici çoğunluğu, ömrünün sonuna kadar Avrupa’da yaşıyor. Bunun çok sayıda nedenleri söz konusu. Yıllar önce, çocuklarının geleceklerini de bu ülkede inşa etmeye karar vermeleri, bunun temel nedenlerinden biri. 60 yıl sonra, geniş aile bazında artık dört kuşağı barındıran bu nüfusun ilk iki kuşağı Türkiye, son ikisi Avusturya doğumlu. Yıllar öncesinin, tekil bir çalışma dünyası olan “gurbet”inden, “el kapısı”ndan söz edilemezdi artık. “Sıla”da bırakılanların -eşlerin ve çocukların- da “gurbet”e varmalarının üzerinden bile 40 küsür yıl geçti; gelinen yer çoktan “gurbet” olmaktan çıktı, “yeni vatan” oldu.

Ezici bir çoğunluğun, “ölene kadar” kesin dönüş yaptığı yok. Emekli olanların, yaz-bahar aylarını Türkiye’de geçirmeleri, bu gerçeği değiştirmiyor. Onların yapabildiği en “kallavi dönüş”, “mevsimlik dönüş”le sınırlı. “Mevsimlik işçi” olarak gelenler, 60 yıl sonra, bu kez “mevsimlik emekli dönüşü” yapıyor sadece.

Öte yandan, Türkiye kökenli “Yeni Avrupalılar” için, değişen sadece “gurbet” olmadı; “sıla” da o eski “sıla” olmaktan çıktı. Önemli bir kesimi için, yıllar önce yola çıktıkları komlar, köyler ya tamamen boşaldı ya da dönülmeye müsait değil. Büyük kentlere yerleşen eş, dost, akrabaları çil yavruları gibi darma dağınık. İzin sezonunda, hepsini aynı kentte görebilme imkânı, çoktan beridir tarihe karıştı. Tümü ziyaret edilmek istendiğnde, izin süresinin önemli bir kısmı yollarda geçer, ama yine de yetmez.

Sebepler bu kadarla sınırlı değil elbette, ama sonuç itibariyle; “biraz para biriktirip” dönme hesabı tutmadı. Ne çok para biriktirenler, ne yıllardır sürünenler yaşadıkları sürece, dönmeye yeltenmiyor. Sadece Avrupa’da doğup, büyüyüp, hayata atılanlar değil; Birinci Kuşak’tan hayatta olanlar da “dönmüyoruz buradayız” diyor. Dönemediği için çoluğunu çocuğunu getirme mecburiyeti yaşayan Birinci Kuşak, aradan yıllar geçip emekli olduktan sonra, bu kez çoluğu çocuğu burada olduğu için dönemiyor. Kesin dönüş yapanlar, çok çok düşük sayılarda. Dönüşlerin ağırlıklı bölümü ise, hayattan göç ettikten sonra mümkün oluyor. Ne de olsa bu artık son göç ve “ölümden öte köy yok”!

Şimdi, şöyle bir tabloyla karşı karşıyayız: “Hayatta kaldıkça burdayız” diyen ve çoğunluğu AB vatandaşı olmuş bu insanlar, öldükten sonra ekseriyeten hâlâ Türkiye’de “gömülmek” istiyor. Peki bunlar, Türkiyeli mi AB üyesi ilgili ülkeli mi sayılmalı? AB ülkelerinde defnedilenler henüz azınlıkta, ama sayıları günden güne artıyor. Birinci Kuşak’tan olup da yaşadığı AB ülkesinde toprağa verilmek isteyenler bile var. En belirleyici ve ortak gerekçe şu: Ailenin kendisinden sonraki üç kuşağı burada; çocuklarının, torunlarının ve torunlarının çocuklarının “kabir ziyareti”nden mahrum kalmamak, onlara “daha yakın olmak”!

…………………………………………………………
https://sonhaber.ch/el-kapilarinda-degil-yeni-vatanlarindalar-artik/
huseyin.simsek@gmx.at