‘Devrimci abiler’ ve o ‘kadim mesele’

Türkiye’nin edebiyat camiasında, “tacizleri ifşa etme” temelinde bir anda yayılan yeni bir kadın eylemleri süreci yaşanır oldu. Cinsiyeti, cinsel tercihi ne olursa olsun her birey, doğrudan ya da dolaylı ama sonuç itibariyle kendini bu yeni sürecin parçası saymalıdır. Mağdur, sanık, tanık, müdahil, avukat gibi pozisyonların birinde ya da birkaçında.

En gencimiz, mücadele sahnesindeki kırk yılını geride bıraktı. Biz, ‘78 Kuşağı’nın “devrimci abiler”i, o kadim ve hassas konulara el atılmaya kalkıldığında -somut meselede kadınları muhatap alarak ifade ediyorum- çoğunlukla ve önemli oranda “eril çember”in içindeyiz. Kadim ve hassas meseleler dolayısıyla sahneye çıkışımız, olaya el atışımız, yaşanan somut sürecin öznelerine bakışımız, ne yapıp edip kendimizi “özne tahtı”na oturtup ilgili olaylarda özne olanları “nesne” yapıverişimizle.

Ne zaman o kadim ve hassas konular bir yönüyle ya da bir şekilde gündeme gelse, otursa; adeta, hani şu  Çin atasözü var ya, şu “Güneşin altında yeni bir şey yok”un en son kanıtları oluveririz ne yapıp edip! Değiştirmeyi, dönüştürmeyi düşündüğümüz ve mücadele ettiğimiz toplumu oluşturan türlütevür “insan malzemesi” saçılmaya, dökülmeye başlar her bir yanımızdan.

Değiştirip dönüştürmek istediğimiz toplum için bir “bataklık” tanımı yapar, kendimizi o bataklıkta açmış güller olarak addederiz. İyi de o güllerin kökü, damarları bataklığın bağrında; dolayısıyla hayat suyu başta olmak üzere cümle beslenme kaynakları da! Aslında ne kadar da açık seçik bir durumdur; bataklık, belirli oranlarda illa ki bağrında açan o güllerin de içindedir.

Fakat her nasıl oluyorsa bütün bunları unutuverip ya da bile bile yok sayarak o kadim ve hassas konularla dolaylı ya da dolaysız yüz yüze kaldığımızda; her birimiz birer “Söz Savunmanın” dizisindeki avukat Petrocelli, olay mahaline intikal eden komiser Colombo, olay örgüsünü çözüveren Adrian Monk ya da Mentalist’in Patrick Jane’i kesiliveririz.

Gerçi ya da aslında yukarıdaki ve “kökü dışarıda” sayılacaklardan önce, doğduğumuz ve bir yaşa kadar yaşadığımız topraklarda nam salmış Malkoçoğulları, Kara Muratlar var içimize kaçmış/kaçırılmış! Yıllardan beridir donandığımızı vazettiğimiz ideolojik, politik, kültürel değişim, dönüşümlerle de tümüyle çıkarıp atamıyoruz bir türlü.

Sol, sosyalist, komünist “eril” bireylere yönelik -kendimi de katarak- sıraladığım bu feci halde nahoş tanımlamalar yapılmak zorunda mı? Kesinlikle! Çünkü, Türkiye’de edebiyatçılar cephesinden taciz ve tecavüz ifşaları üzerinden görünür kılınmaya başlanan tablo ortada. Tablonun gözler önüne serilen kısmına, “buzdağının görünen parçası” demek hiç de yanlış olmaz. Bilindiği gibi, buzdağlarının sadece onda biri suyun üstüne çıkar.

Taciz ve tecavüz bataklığında debelenenler sadece softaların, yobazların, cahil cühelaların, kaba sabaların arasından dökülmüyor oraya; bıyığı yeni terlemiş çiçeği burnunda militanından “devrimci abiler”e kadar sol, sosyalist, komünistlerden de; ezilen bir ulus, bir inanç, bir cinsiyet için can siperane mücadele yürütenlerden de bolca var!

Kendisi tacizci ve tecavüzcü değilse de soruna, olaylara yaklaşımı dolayısıyla tacizci ve tecavüzcünün değirmenine su taşıyor olanlarımızın da “günah”ı büyük. Meseleye alel acele, olur olmaz zamanda dalışımız; çıkınımızda biriktiregeldiğimiz ne var ve ne kadarsa, onu her zaman, her yerde ve her şey için söyleyecek sözlerimizin ve yapılacak tanımlamalarımızın varolduğuna sayma sanımız…

Herhangi bir yeni ve ilgili hazırlığa, ön araştırmaya, somut bilgi, belge, tanığa gerek görmeden; “açılın bakalım” ya da olay mahalinin dibine kadar sokulup “ya o iş sizin bildiğiniz, sandığınız gibi değil, ben biliyorum işin aslını” havasında “rol” kesmelerimiz/çalmalarımız…

Tepeden bakanızdır hep, “lütüfkâr”ız da! Beğenmeyiz pek, küçümseriz sıklıkla. Verecek aklımız çoktur, ihtiyacı olduğuna yine kendimizin karar verdiği biçarelere, şaşkınlara, kafası karışmışlara anında tedarik ederiz. İşaret parmağımızı “yeterince” kullanamamak bunalıma sokar bizi, onu aşağı indirmeye alışık değiliz; “o değil bu” ya da “öyle değil böyle” telkin ve tarifleri eşliğinde sallayıp dururuz biteviye.

Bir ucuna ‘teklif’, öteki ucuna ‘taciz’in kurulduğu bir tahterevalli

İlginin, ısrarın nereye kadarı teklif, nereden sonrası/ötesi taciz olur? Teklifte ısrarın tacze vardığı o sınır nasıl bilinir, görülür ve orada durulur, daha ileri gidilmez?

Özellikle de kadın-erkek arasında yaşanan (cinsel anlamda ya da bir şekilde cinselliğe dayanan) aşkî ilişkiler bir ucuna ‘teklif’, öteki ucuna ‘taciz’in kurulduğu bir tahterevalli gibidir gerçekten de; dolayısıyla hem çok hassastır hem de ziyadesiyle tehlikeli. Bir teklif girişimi, bir teklifte bulunulduğu sanısı, soluğu tacizde alabiliyor pekâlâ. Ya da aslında bile planlaya yaşatılan bir taciz, ‘teklifti’ denilerek bertaraf edilmek istenebiliyor.

Ne olmuş ve nasıl yapılmışsa teklif (ya flört etme girişimi), ne olmuş ve nasıl yapılmışsa taciz sayılırdı? Kimin ya da kimlerin vicdan mezuresi ile adalet terazisinde ölçülüp tartılırsa, tarafları hoşnut edecek bir sonuca varmak mümkün olabilirdi?

Birey olarak her birimiz teklifimizde ısrar edişimize, muhattabımızı da kendimiz kadar önemseyerek sınır çizmeyi öğrenmeli ve uygulamalıyız. Israrda hangi yol ve yöntemlerin kullanıldığı da yerine göre belirleyici bir rol oynuyor gibi. Dönüp bakıldığında, yaşananın taciz mi teklif mi olduğunun tespit edilmesinde, yol ve yöntemler çokça yardımcı olabilir.

Acemice, kaba-saba bir tarzda, yüzüne gözüne bulaştırarak, muhatabını (fiziken değil elbette) manen kırıp dökerek yapılan bir teklifi düşünelim önce. Sonra da kitabına uydurulmuş, ilmek ilmek işlenmiş, naif bir davranışlar dizisinden damıtılarak türlütevür büyüleme haleleriyle sarıp sarmalanmış -mısra çeker gibi ya da roman veya öykü kurgular gibi sahnelenmiş- bir taczi!

Arjantinli yazar Julio Cortazar’ın, “unutmak belki insanın akıl sağlığı için bir gereksinimdir”, deyişine birçok bahis üzerinden hak verebiliriz ama örneğin taciz ve tecavüzü bu belirlemenin dışında tutarak! Unutmak aynı zamanda bir çarpıtma, bir örtme tarzıdır çünkü. Tacze, tecavüze uğramış kadınların, çocukların, LGBTİ bireylerin ve elbette hetero erkeklerin de günün birinde, hayatları boyunca ya da hayatlarının bir merhalesinde maruz kaldıkları o mezalimlikleri ifşa etmeleri, bu bahisle ilgili agorafobilerini kırmaları doğru, gerekli bir çığlık ve çıkıştır.

O çığlıktır sağır kulaklarımızın zarını titreterek bizi bakarkör halimizden çekip çıkaracak; her defasında yeniden yeniden bir muhasebeye, bir özüre, bir bedel ödemeye ve karşılıklı helalleşmeye götürecek olan. “Kadının beyanı esastır”dan anlaşılması gereken de “yargısız infazlar serisi” değil, önceki cümlede ifade edilen sürecin tartışma konusu yapılmadan hemen başlatılmasıdır.

Öte yandan çocukların, farklı cinsel tercihlere sahip diğer bireylerin de taciz ve tecavüz üzerinden yaygınca yaşadıkları mağduriyetten dolayı, “kadının beyanı esastır” şiarına içerili asıl mananın, “mağdurun beyanı esastır” şeklinde anlaşılması gerektiğini de eklemek isterim.

(www.sonhaber.ch / 29 Aralık 2020)