Gözaltına alındığında ve sonrasında hapse atıldığında ‘çıplak arama’ uygulamasına yoğun, yaygın, toplu olarak maruz kalan ilk kuşak ‘78 Kuşağı’dır Türkiye’de. Uygalamanın genel bir hal almaya yol aldığı dönemin başlangıcı ise -1978 ile 1980 arasındaki sıkıyönetim sürecinde de örnekleri yaşanmışsa da- 12 Eylül 1980 darbesinin yapılışı sayılabilir. Gözaltına alınıp sorgulanırken envaitürlü işkence yöntemiyle yüz yüze bırakılmış insanlar için ‘çıplak arama’, eziyet tablosunun bütünü içinde bir ‘ayrıntı’ sayılabilmiştir. Devreye sokulan işkence yöntemlerinin yanında, bazen o yöntemlerin zemini bazen de sonucu olarak çırılçıplak soyundurularak aranma ya da günlerce çırılçıplak bırakılma tek başına gündem maddesi bile olamayabildi.
Gözaltı sürecindeki sorgulama sırasında bir dizi işkence yönteminin gerisinde kalabilen ‘çıplak arama’ uygulaması, hapisanelere konulmuş tutuklu ve hükümlülere uygulandığında eziyetler yumağının en görünür hale gelen kısmı oldu. Bu süreci bizzat yaşamış biri olarak yazıyorum; tutuklananlar hapisanelere götürüldüklerinde ilk uygulama “hoş geldin” dayağıydı ve ‘çıplak arama’ yaygın olarak bunun bir parçasıydı. Mustafa Yalçıner’in yanı sıra o kaba dayağa maruz kaldığım gün de unutulacak gibi değildi. O hatırlamaz doğal olarak; ben 19 yaşında bir genç, o ise ‘68 Kuşağı’nın çok bilinenlerindendi ve içeride geçen sonraki yıllarda hiç aynı koğuşlarda kalmadık, yakından tanışmadık.
Nevzat Çelik’in de aralarında bulunduğu 16 kişilik standart bir koğuşa verdiler beni. Tek boş yer orası olduğu için, tam da Çelik’in yanındaki ranzanın üst katına yerleştim. Koğuştakiler sayısız kere tecrübe etmiş tabii, “hemen banyo yap ve elbiselerini de değiştir, kirlileri banyoda bırak”, dediler. 111 günlük uzatmalı bir gözaltından sonra tutuklanıp hapse atılan biri olarak, ısrarla bende bit olmadığında direttim ve o koğuşu kim bilir kaçıncı kez bir de bendeniz bitle tanıştırdım. İlk hafta boyunca çokça eleştiri aldım bu yüzden, hatta usturuplu bir şekilde kınandım da.
İstanbul-Metris Cezaevi’nde kaldığım beş yıla yakın süre zarfında, ‘çıplak arama’nın sık sık uygulanmaya konduğu belli başlı durumlar vardı.
• Koğuşlar habersiz basılıp aranmak istendiğinde, tutuklular kaba bir dayak eşliğinde koridora çıkarılır, hem işkence görür, hem de “ayrıntılı arama”ya tabi tutulurdu ve o “ayrıntılar”dan biri sık sık ‘çıplak arama’ olurdu.
• Koğuşlar yine aynı şekilde basılarak dağıtılmak istendiğinde, yukarıdaki muamele aynı şekilde yapılırdı.
• Aile ve avukat ziyaretlerine çıkışlarda, duruşmalara ve hastahanelere götürülüşlerde; sık sık başvurulan ‘soyma’ işlemi de içinde olmak üzere üst aramalar başlı başına bir işkence ve cezalandırma süreci olarak yaşanırdı.
Açlık grevi ya da başka bir eylem sonucu, hapishane idaresi ile bir “anlaşma”nın yapıldığı ve uygulandığı kısa dönemler dışında, genel uygulama yukarıdaki gibiydi. Özellikle de “tek tip elbise”nin İstanbul’daki hapishanelere de dayatıldığı 1984-85 yılları arası, ‘çıplak arama’ üzerinden tam bir fecaat dönemi olarak yaşandı.
‘Çıplak’ bırakılmak, artık arama anında yaşanan bir hal olmaktan çıkmıştı; koğuşunuzdan alındığınızda dayaklı bir arama eşliğinde çıkarıldığınız yolculuğun gerisini çırılçıplak değilse de “don-atlet”le yapmak zorundaydınız. Karda kışta saatlerce havalandırmada “don-atlet” bekletilir; “don-atlet”le cemselere alınır, mahkeme salonlarına taşınır ve mahkeme heyetinin karşısına çıkarılırdınız!
Mahkeme heyetindekiler, “don-atlet”le huzurlarına çıkışınızı size fatura eder; sizi muhattap almadığını açıklar ve salondan çıkarılma cezasına maruz bırakır; aynı soğuk cemselerle hapisaneye geri görülür, tekrar buz gibi havalandırmada bekletilir, ardından “don-atlet”li bir çıplak aramaya ve kaba dayağa maruz bırakılır, koğuşunuza ‘ceset’ halinde atılırdınız. Bütün bunlara küfür, hakaret, fiziki taciz yöntemlerinin eşlik etmesi de adettendi. Yaralarınızın iyileşmesi bir haftayı bulurdu. Travmaların tedavisi ise yıllar yılı tedavülde değildi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra bunlar yaşandı da “tarih” mi oldu? Türkiye tarihinin derinliklerinde mi kaldı? Nerdeee! Türkiye, ne yazık ki yaşlı kuşakların genç kuşaklara “ah ah siz bilmezsiniz” diye başlayıp, “biz neler gördük, neler” deme “şansları”nı bile yerle bir etmiş bir ülke konumunda artık.
Anımsadığım ve bildiğim kadarıyla, bizim zamanımızda hiç olmazsa ziyaretçilere yönelik ve yaygınlık kazanmış bir ‘çıplak arama’ uygulaması yoktu. Ben özgürlüğüme kavuştuktan sonra -beş yılın en az iki yılı yasaklar altında geçmişti ama- ziyaretime gelmiş hiç kimseden ‘çıplak arama’ya maruz bırakıldığı yönünde bir duyum veya şikayet almadım. Bugün Türkiye’nin ana gündem maddelerinden biri haline gelen ‘çıplak arama’ ise hapisanedeki yakınını ziyarete giden kadınlara, erkeklere, çocuklara ve hatta bebeklere yönelik!
Yani, bundan tam kırk yıl önce ‘çıplak arama’ üzerinden bizim kuşağa içerde yaşatılanlar, bugün tutuklu ve hükümlülerin ebevenylerine, eşlerine, kardeşlerine, çocuklarına yaşatılıyor. Kendi adıma, bu insanlık dışı uygulamaya yıllarca maruz kalmış biri olarak, bugün yapılanı, o gün bize yapılandan daha beter görüyorum. Sanık sandalyesine oturtulanlar olarak bir bedel ödediğimizi düşünür, bilir, kabul eder; başımıza gelenleri belirli bir bağlama oturtur ve bu minvalde direnirdik.
Şimdi durum daha vahim! Çünkü, velev ki ortada bir “suç” var, o “suç”un da bir “ceza”sı olacaksa; “suç” ve “ceza”nın birey temelinde ele alınması, uygulamaların buna göre yapılması gibi burjuva hukukunun temel prensiplerinden birinin bile esamesinin okunmadığı bir Türkiye var karşımızda!
Artı Gerçek, 25.12.2020