Yenice’den Paris’e: Yılmaz Güney’in yaratıcı yolculuğu

Sinema sanatçısı ve yönetmeni, yazar, siyaset insanı Yılmaz Güney’le ilgili ilk kapsamlı yazım 1996’da ve İstanbul’da çıkarılan Türkçe-Kürtçe haftalık Roj gazetesinde yayımlandı. Bu yıl, 38. ölüm yıldönümü dolayısıyla Paris, Viyana, Innsbruck ve Zürih’te kapsamlı anma etkinlikleri gerçekleştirilecek. Avusturya’daki etkinliklerin konuşmacıları arasında yer alıyorum. Bu vesileyle, onu bu köşede bir kere daha eserleriyle anımsamak, anımsatmak istedim.

Güney, 9 Ekim 1981’de yurt dışına çıkma kararını hayata geçirdiğinde, ben 19 yaşında devrimci bir genç olarak İstanbul’daki Metris Cezaevi’nde tutukluydum. Hepimize çok büyük bir moral ve umut kaynağı olmuştu. Firar edişinden sadece üç yıl kadar sonra, 9 Eylül 1984 günü Paris’te mecburi bir sürgün olarak aramızdan ayrıldı. Ben hâlâ aynı cezaevindeydim. Hepimiz, bu kez şoktaydık. En az bir hafta boyunca, ‘ruh gibi’ bir havada yaşadığımı anımsıyorum.

Yılmaz Güney, kan davasından kaçan Siverekli bir ailenin çocuğu olarak 1937’de Adana’nın Yenice köyünde dünyaya gelmişti. Yaş aldıkça, el attığı işler de çoğaldı: çobanlık, ırgatlara su taşıyıcılığı, arabacılık, pamuk ırgatlığı, gazoz satıcılığı, bağ bekçiliği, kasap çıraklığı, traktör sürücülüğü… Bu zincir, sonraki yıllarda da uzayıp gitti. Çukurova’da çifte kavrulmuş bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşadı. Aziz Nesin ‘aslanağzı çiçeği’ için şöyle der: “Tank geçer, susuzluk, kar, kış geçer. Ama aslanağzı çiçeği yine tomurcuklanır, yine çiçek verir.” İşte Güney’in Çukurova’da hayata tutunuşu, tam da buydu.

Güney, bir anlatıcı olmayı seçti. İşe, liseli yıllarda hikâye ve şiir yazmakla başladı. Ardından sinema alanına geçti. Siyasi bir sima olarak da gündemde oldu hep. Yani hayatında, ilk ikisi sanatsal olmak üzere, üç önemli kulvar vardı. Anladığını anlatmanın ilk adımını, 1950’lerde attı. İlk hikâye ve şiirleri Yeni Ufuklar, Pazar Postası, Bir, On Üç gibi dergilerde yayımlandı. Bir grup arkadaşıyla 1955’te Püren ve Doruk adlı dergileri çıkardı. Kendi yaşamını, tanık olduğu yaşamları duygusal tepkilerini de yedirerek yazdı.

Üç Çukurovalı buluşması gerçekleşiyor

Sinema dünyasıyla tanışmaya da aynı liseli yıllarda, bisikletle sinemadan sinemaya film bobinleri taşıyarak başladı. Yüksek öğrenim için İstanbul’a gittiğinde, sinema dünyasının mutfağına daha da sokuldu. 1957’de İstanbul-Beyoğlu’nda bir film şirketinde memur olarak işe başladı. Türkiye’nin sinemaya sahip her köşesini dolaştı. Sinema dünyasını çok yakından tanıdı. Yaşar Kemal onu Atıf Yılmaz’la tanıştırdı. Üç Çukurovalı buluşması gerçekleşti böylece. Atıf Yılmaz’a asistanlık yaparken reji ve senaryo yardımcılığını deneyimledi. Senaryolarından biri, ilk kez 1959’da Atıf Yılmaz’ın yönetmenliği altında çekildi: Bu Vatanın Çocukları. Aynı yıl ikinci film de geldi: Ala Geyik. Bu filmde hem oyuncu hem de Halit Refiğ ile Atıf Yılmaz’la birlikte senaryo ekibindeydi. Güney, artık hem oyuncu hem de senarist olarak sinemadaydı.

Sanatsal yolculuğunun olmazsa olmazlarından biri, eserlerinde daha başından beri ‘suç’ keşfedilip durulması, daha ilk durakta ‘ceza kesme’ye başlanmasıydı. 1955’te yayımlanmış ‘3 Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri’ başlıklı yazısından dolayı soruşturma açıldı, ‘komünizm propagandası yapmak’tan yargılanır oldu. 18 ay hapis, 6 ay sürgün cezasına çarptırılarak, 1961’de hapishaneyle tanıştırıldı. Sinema sahnesinde görünür olması ile devletin müdahalesi birbirini izlemişti. Ki Güney yıllar sonra, “o dönemlerde komünizmle ilgili dişe dokunur bilgim de yoktu” diyecekti.

Yüksek öğrenim süreci bu yüzden yarım kaldı. Ama o üretmeye devam etti; Nevşehir’de hapis ve Konya’da sürgünken yeni senaryolar kaleme aldı. Boynu Bükük Öldüler adlı ilk romanını da 1962’de hapiste yazdı. Sürgün günlerinde sicili yüzünden iş bulmakta zorlandı. Bir gece kulübünde fedai olarak işe başladı. Sürgün bitip İstanbul’a döndüğünde, kendisinden önce ‘kabadayı’ namı gelmişti.

Ve ‘Çirkin Kral’ fırtınası başlıyor

İstanbul’a döndüğünde, vurdulu kırdılı roller (Çirkin Kral) döneminin ilk ürünleri çekilmeye başlandı. 1963’te Zımba Gibi Delikanlı; 1964’te Mor Defter, 1965’te çekilen Kasımpaşalı, Prangasız Mahkûmlar, Üçünüzü de Mıhlarım, Krallar Kralı, Sayılı Kabadayılar, Davudo; 1966’da Çirkin Kral, At Avrat Silah, Tilki Selim, Eşrefpaşalı yer aldı. 1967’de İnce Cumali, Çirkin Kral Affetmez, Balatlı Arif, Eşkiya Celladı; 1968’de Pire Nuri, Azrail Benim, Kargacı Halil; 1969’da Bir Çirkin Adam, Belanın Yedi Türlüsü... 1968’de askere alındı. Sinema alanındaki çalışmaları, iki yıl boyunca aksayarak devam etti. 1970’te Kızım İçin, Yedi Belalılar, Sevgili Muhafızım, Piyade Osman, İmzam Kanla Yazılır, Son Kızgın Adam; 1971’de Baba, Vurguncular, Yarın Son Gündür, Çirkin ve Cesur, İbret, Kaçaklar, Silah ve Namus

Hemen hepsinde canlandırdığı karakter sert, şiddete meyilli ama ezilen, sömürülen, kıstırılan sessiz insanların dostudur. Toplumsul hareketlerin dışında, bireysel gücü ve becerisiyle çözümler arayan bir karakter. Türkiye sinemasında açtığı bir ilk çığırdı bu. Yeşilçam’ın salon jönleri ve takma kirpikli peri kızları üzerinden süregiden güzellik ölçülerini alt üst etmişti. Fiziği, yürüyüşü, küfredişi, giyim kuşamıyla kendilerine benzeyen birini gören ezilen kitle, sinema salonlarına adeta akın etti. Güney’in oynadığı bu tür filmler, umulmadık bir seyirci topladı.

Koşullar ve eldeki olanaklar dolayısıyla, sinema yolculuğunda ‘Çirkin Kral’ devresi yaşanmayabilir miydi? Çokça tartışma kaldıracak, pek de net bir sonuca varılamayacak bir noktadır bu. Unutulmamalı ki Yılmaz Güney, sinemaya girişini Kurtuluş Savaşı’ndaki ulak bir genci anlatan Bu Vatanın Çocukları ve bir aşkın hikâye edildiği Ala Geyik adlı filmlerle yaptı. Yanı sıra, vurdulu kırdılı filmleri sinema sanatındaki esas ‘sermaye’si haline getirmedi. Günü geldiğinde adım adım uzaklaştı o mecradan. Sonunda da tamamen terk etti.

Güney’in toplumdaki sınıf mücadelesinde siyaseten de bir yeri vardı. Sömürüsüz, sınıfsız bir dünyanın kapılarını açacak bir devrime inanç, örgütlenme gerekliliği, çokuluslu bir toplumda süregiden ulusal ve azınlık sorunlarında açık tutum, devrimin ideolojik-politik sorunlarına dair düşünceler üretmek… Genelde 60’lı yılların, aynı zamanda 68 Kuşağı’nın o bilinen çok yönlü canlılığından ziyadesiyle etkilenmişti. “Bilincin önderliğinde değilse coşkular, sevinçler fayda yerine zarar verir” diyordu. Bu, sinema alanında neleri terk edeceği, neleri esas alacağının parolasıydı. Ama sinemacılığındaki iki çizgi/dönem arasında, bıçakla keser gibi bir ani geçiş yaşanmadı. Yeni bir gerekçeyle de olsa (Çirkin Kral’a) geri adım atıldığına da tanık olundu.

Çirkin Kral fırtınasından kopuşta bir kilometre taşı: Umut

‘Bilincin önderliği’nde ve üretimin ana arterlerinde inisiyatifin kendisinde olduğu süreç, Çirkin Kral fırtınasına koşut işler. 1959’dan başlayarak Bu Vatanın Çocukları ve Ala Geyik, 1966’da Hudutların Kanunu, 1968’de Seyithan Toprağın Gelini, 1969’da Aç Kurtlar, 1971’de Umutsuzlar ve Acı gibi, ‘Çirkin Kral furyası’na kesinlikle dahil edilemeyecek eserler söz konusuydu. Şiir, öykü, roman, senaryolarında da sanatta apolitik kalma dayatmasına ve bunun biricik marifet sayılmasına karşı başından net ve açık bir tavır aldı.

Bu çerçevede, 1970 yılı ürünü olan Umut filmi, Çirkin Kral fırtınasından kopuşu çok net bir kesinliğe taşıdı. Ama, bu kopuş kolay ve sorunsuz olmayacaktı. Umut filminin prodüktörü de kendisi olduğu için, gerekli finansmanı sağlamak için birkaç gangster filminde daha rol aldı. Güney’in ‘bilincin önderliği’ dediğini, sinema eleştirmeni Burçak Evren, Umut filmi nezdinde şöyle ifade eder: “İlk dönemlerde seyirci onu koşullandırmış, sonraları ise o, koşullanmış seyirciyi belirli bir yere getirerek, çatışmanın ana hedefleri ve nedenleri üzerine düşünmeye zorlamıştır.”

Önüne çıkarılan engellerin sonu gelmiyordu. Umut filminin kimi sahneleri Sansür Kurulu’nca makaslandı. Yurt dışında gösterime girmesine yasak kondu. Film, yurt dışına kaçak çıkarılmasaydı, izlenemeyecek ve Gronoble’de Büyük Jüri Özel Ödülü’nü alamayacaktı. Güney’in, Türkiye sinemasında açtığı başka bir çığıra geliyoruz bu ödülle. Yerli sinema eserleri ilk kez sınırların ötesine geçti, uluslararası alana çıktı. Umut filmi üzerinden, dünya medyasında Türkiye sineması tanıtılır, yorumlanır oldu.

Le Monde gazetesinden L. Marcolles, “film gerçek plastik nitelikleri yanında güzel, basit, direkt” diye yazdı. Le Point gazetesinden R. Benayoun, en ilkel olanaklar kullanıldığı halde zengin bir öykünün en şiirsel yanıyla işlenmesini alkışladı. Marcel Martin, Ecran dergisinde şunları yazdı: “Bu güzel film, yeni gerçekçi eserlerde görülen kışkırtıcı basitliği ve sürekli şiddeti beraberinde getiriyor. Film sesini yükseltmeden, yurttaşlarının içinde bulunduğu sefil sistemi sert bir dille eleştiriyor.”

Sıradaki engel: 12 Mart Rejimi

1971’de 12 Mart Rejimi uygulanır olduğunda, birçok aydınla birlikte Güney de gözaltına alındı. Bir haftalık sorgulamadan sonra -bu kez hapis yoktuysa da- üç ay Nevşehir’e sürgün edildi. O sürgününden de, yine yeni senaryolarla döndü İstanbul’a. Tabii yeni engeller de devredeydi. Ülkenin hızla içine girdiği siyasal, sosyal hareketlenme sürecinde o da bir taraftı. Öğrenci ve işçi hareketleriyle yakından ilgiliydi. 1972’de, 68 Kuşağı’ndan Mahir Çayan ve başka militanları evinde sakladığı gerekçesiyle tutuklandı. Yargılanıp hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı. İçerde kaldığı iki yıl, tekrar edebiyat alanına meyletti, çıkmasını sağladığı Güney dergisinde öykü ve şiirlerinin yanı sıra siyasi yazılarını da yayımlattı.

1974’deki serbest kalışının ilk ürünü, hem oyunculuğunu hem de yönetmenliğini üstlendiği Zavallılar oldu. Aynı yıl içinde Arkadaş filmi çekildi. Sıradaki film, Endişe adını taşıyordu. Adana-Yumurtalık’ta bu filmin çekimleri sürerken, ilçe yargıcını öldürmekten tutuklandı. 19 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu, en uzun hapisliği olacaktı. Yeni öyküler, romanlar, senaryolar, siyasi yazılar yazmaya devam etti içerde. “Kapı, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz”, “Salpa”, “Sanık” adlı romanları, “Selimiye Üçlemesi” seri başlığıyla yayımlandı.

Güney sıradaki çığırını, yine sinema alanından gerçekleştirdi: Hapisteyken film yapmak ve yaptırmak! İçerden dışarıya nasıl taşılacağının en anlamlı pratiğini sergiledi: İzin, Bir Gün Mutlaka, Sürü, Düşman, Yol… Hapiste olmasına rağmen, sinema, sanatsal üretiminin odağında kaldı hep.

Mecburi sürgünlük ve Paris’te ölüm

En son, Isparta Yarı Açık Cezaevi’ndeydi. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, hakkında onlarca dava açıldı. İstenen hapis cezalarının toplamı 100 yılı aşkındı. 9 Ekim 1981’de yurt dışına firar ettiğinde, “Benim için sürgün, sürgün değildir” demişti. Yunanistan’da kaldı bir süre. 1983’te Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Aynı dönemde Fransa’ya yerleşti ve orada Duvar filmini çekti.

Hapishanelerin dört duvarı arasındayken üretmesini bilen biri, sürgündeyken de eli kolu bağlı oturamazdı. Onun sürgün yaşamında bile ne kadar umutvar olduğunu, önüne koyduğu hedefi Fatoş Güney söyle dile getirir: “Dünyanın her yerinde Afrika’da, Latin Amerika’da, İspanya’da, Yunanistan’da, Ortadoğu’da, Filistin’de ve Kürdistan’da, yani ‘kavga’ olan her yerde filmler yapmak…”

Birçok işe girip çıkmak -herkeste değil elbette- insana çok yönlü bir hayat sürme olanağı da sunabilir. Güney bastırılmak, kıstırılmak, küstürülmek istenen bir sanatçıydı. Ama o, aslanağzı çiçeği misali her defasında yeniden yeniden açmayı bildi, başardı. Sanatının odak noktasının sinema olduğunun kanıtları ortada. 111 filmin senaryo yazarlığı ve yönetmenliğini yaptı. 45 filmde başrol oynadı. Filmleri 35 önemli ödül aldı. Adı ünlendiğinde, akıllara ilk gelen hemen sinema olur. Hâlâ gündemde ve güncel olabiliyorsa, çok büyük bir ağırlıkla ürettiği filmler dolayısıyladır. Hem kalıcı hem de uluslararası etkiye sahip eserleri, filmleridir.

Romanlarından, özellikle Boynu Bükük Öldüler, eleştirmenlerce türünün başarılı örneği sayılır. Ama filmlerinin yanında roman, hikâye ve şiir yazarlığı, sanatsal yaratıcılığının sınırlı bir alanı olarak kalır. Yazarlığında da, en verimli olduğu alan senaryo yazmaktı. Siyasi örgütlenme çalışmalarına gelince; bir dönem, bu alanda farklı bir kimlik, farklı bir akım görüntüsü verdi. Ama güncelliğini sürdüren bir hat anlamında ‘Güneycilik’ diye ideolojik ve siyasi bir akım yok. Siyasal Yazılar adlı kitabını okuyanlar, bu alanda da Güney’in hanesine yazılacak iyi niyetli ve akılcı bir kafanın ürünü ‘artı’lar bulur elbette. Ama siyaset, politika güncellenmek zorundadır, değişkendir. Ki o da son yıllarında bu alanda hızlı bir değişim içindeydi.

İlk coşku, ilk ateş limon çiçeği kokan o küçük kolonyacı dükkânında, küçük kırmızı kaplı bir cep defterine özenle yazılmış şiirler, öykülerle dolmuştu yüreğine. Bir aslanağzı çiçeği misali yaşadı ve üretti. Onun ustalık dönemi filmlerini izleyenler, tekrar izleme gereği duyar. Gelecek kuşaklarla da buluşacak filmlerdir onlar. Kendini sürekli eserleriyle gündemleştirip güncelleyen bir sanatçı o ve bu yüzden varoluşu akmaya devam eden hayatın sürekliliğinde.

HÜSEYİN A. ŞİMŞEKsonhaber.com