Tarık Akan: Daha yapılacak o kadar çok şey var ki!

Gündem gazetesi / 15 Kasım 1992

İstanbul – „Taşların Sırrı“, Yusuf Kurçenli’nin yönetmenliğinde 1992 içinde ekranlara gelen bir dizi. Dizinin başrollerini Tarık Akan ve Ayşegül Aldinç paylaşıyor. Senaryosu H. Burçay Anger‘ tarafından kaleme alınan dizin müzikleri ise Cahit Berkay’a ait. Türkiye’nin, ana temasının merkezine arkeolojiyi ve tarihi eser kaçakçılığını koyan ilk televizyon dizisi konumunda.

Dizi film ile sinema filmi arasındaki farklar, bu ilk denemede sizin için nasıl belirginleşti?

Tarık Akan: Dizi filmde, ister istemez bölümlere göre belirlenen bir maliyete göre, hikayeyi ayarlamak mecburiyetindesiniz. Gün sayısı ona göre azalıyor, çekim süratleniyor. Çünkü, normal verilen bütçe iki günü geçerse, o bölüm zarar etmiş hale geliyor. Dolayısıyla ne kadar süratli çekilir, ne kadar kısa sürede bitirilirse, prodüktör o kadar kazançlı çıkıyor. Dizide ışık ve derinlik, sinema filmindeki gibi değil, yüzeysel kalıyor. Oysa sinemada planlama, bir sahneyi anlatmadaki plan sayısı çok daha olur. Montaj imkanı çok daha farklıdır. Anlattığı sahnenin derinliği ve ağırlığı videoya nazaran çok daha titiz çalışma gerektiriyor. Çünkü normal filmde negatif yakacağın için, provası ve ön hazırlığı çok daha titizlikle ele alınır. Ama videoda öyle değil, bantı silersin yeni baştan çekersin. Prova, olmuyor gibi bir şey. Kamera sabit, şakır şakır çekiyor. Biz, ‘Taşların Sırrı’nda bunu yapmamaya çalıştık. Ama o kadar sıkıştığımız anlar oldu ki zaman zaman süratlenmek mecburiyetinde kaldık. Önemle vurgulanması gereken birçok nokta böylece kaçıyor.

Bir dizi filmde oynama konusunda sizi ikna eden sebep neydi?

Şuna çok dikkat ettim: Bir dizi film yapmaya karar verdim, ama ne yapayım? Sanatçılık hayatımda, eleştirel olmayan bir hikâyede oynamamaya çalıştım sürekli. İyi veya kötü ve birçok insanın görüşüne göre değişebilir bu.  Ancak genelde filmlerimde mutlaka eleştirel bir yan vardır. Dizi olarak ele aldığım zaman, Türkiye’de tarihi eserlerin incelenmesi, işleyen mekanizmanın eleştirilmesi, bana çok önemli geldi. Çalışmalarımızı, tarihi eser konusuna yönlendirdik. Senaryolar çok da hoşuma gitti. Ama şunu isterdim: Bütçenin biraz daha yüksek tutulması ve çekim sürsinin daha uzun olması. Bunlar, diziye daha yüksek bir kalite getirecektir. Negatife çekmeyi isterdim, daha kalıcı olması açısından.

Dizide müze müdürü rolüyle oldukça uzak bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Bu geçmişe yolculuğun, sizde yarattığı ilginç duygu ve düşünceler neler oldu?

Tarihî eser insanın ilgisini çeken, içini kıpırdatan bir olaydır. Çünkü baktığınız o nesnenin, günümüzden bin yıl, iki bin yıl ve daha da öncesine ait olduğunu düşünüyorsun. O çok eski zamanlarda yaşamış insanları düşünmeye başlıyorsun. Bir Urartu döneminde, ölenin mezarına yemek kaplarının konmasını, o günkü kültürü, yaşamı düşünüp, gerçekten bir tarih yolculuğuna çıkıyorsunuz. Biraz merak sahibi olan her insan, bu kanala girmek mecburiyetinde kalır. Şu çok önemli bir sorun: Çıkarılan tarihî eserlerin yeteri kadar korunamaması! Bu kdar zengin bir uygarlıklar tarihine sahip olan Anadolu’nun, en önem verilmesi gereken değerlerinden bir tanesine hiç bakılmıyor. Bu benim acılarımdan bir tanesi şimdi. On üç bölümün birçoğunda, bu gerçekleri işlemeye çalıştık. Ama şunu görüyorum: Seyirci dizide gördüğünde, hoşuna gidiyor.

Evet, bir haklılık var, ancak bizden de kaynaklanan bir yanlışlık var; daha da fazla üstüne gidilmesi gerekirdi. Tarihi eserlerin nasıl yokolduğunu göstermek için! O zaman da diziyi, dökümanterden kurtarma sorunu çıkıyor. Çünkü dizi mantığına ters gelir. Hem sürükleyici olsun diye içine hikâye koyacaksınız, hem bu düşünceyi yerleştireceksiniz. Birçok bölümde başardık, birçok bölümde ise başaramadık.

Bu diziden önce arkeolojiyle ilginiz neydi? Müze müdürü rolünden geriye, başka neler kaldı?

Diziden önce tarihî eserlerle ilgim her insanınki kadardı. Ama işin içine girdikten sonra, artık, mesela yolda bir duvara yapıştırışmış bir tarihî taşı görsem, hemen dikkatle bakıyorum. Öncekinden çok farklı bakıyorum. ‘Taş taştır’ gibi gelmiyor bana artık.

Çekim mekânları da çok özenle seçilmişti. Buralardan kalan tanıklıklarınızı biraz anlatır mısınız?

Çekimlere Ahlat’ta başladık, Kaş-Patara’da bitirdik. O kadar acı ki, bir kere Anadolu’nun her yerinde tarihî eser var. Her karış toprağın altında bir tarihî esere rastlanabiliyor. Böyle bol omasından dolayı insanlarda ve devlette bir duyarsızlık oluşmuş. Yer altında bir antik şehrin, bir merdivenin olması önemli sayılmaz olmuş. Çünkü her yerde varolduğu düşünülüyor. Devlet önemsemediği ve halka da bilinç götürmediği için, eline kazmayı ya da dedektörü alan şıkır şıkır kazıyor. Çok önemli bulgular buluyor ve bulurken orayı mahvediyor. Arkeolojide şu var: Çıkan altınlar, küpler önemli değil ama taşların, tarihin bozulmaması önemli. Zaten artık hiçbir mezarda altın yok. Bunlar, ta Selçuklu döneminde soyulmuşlar. Ama altın bulma umudu bitmemiş! Altın ararken çıkan taşlar, bilezikler bronz da olsa, bunların Avrupa’da çok büyük para ettiği görülmüş. Buna karşılık, devletin bir çalışması olmamış. Müzeler, ‘satın alırım’ demiş, fakat getirilen mala çok küçük değerler vermiş. Bundan yirmi yıl önceki kanunlar geçerli. O zaman da insanlar bulduklarını müzeye getirmiyor.

Burada doğaya olan aşkın ölümü var. SİT alanına inşaat yapmak isteyen, hücum eden sermayedarların meseleye bakışını koduk. Ben bir Likya kabartmasının karşısında (ki 2500 yıl öncesine dayalı) insanın hiç değişmediğini, o Likya kabartmasının önünde günah çıkartır gibi anlatıyorum.

Çekimlerin yapıldığı o tarihî mağaralarda gerçekten hâlâ insanlar yaşıyor mu?

Tabi tabi, hâlâ yaşıyorlar.

‘78’de Maden, ‘79’da Demiryol ve Sürü, sonra Yol filmi… Bitmedi; Derman, Ses, Pehlivan, Karartma Geceleri, Su da Yanar, Yağmur Kaçakları… Doruk yaşandı mı? Sanki artık bir durgunluk var. Neler oluyor ya da neler olamıyor?

Bir doruk denemez. Yaptığım bütün filmlerde, bir mukayeseye girmek istemiyorum. Çünkü bu bana düşmez. Ama yapılacak daha o kadar çok şey var ki! Maalesef şu an hiçbir şey yapılamıyor. Kişi olarak, yapılması gerekenin en iyisini yapmanın mücadelesini veriyorum. Başaramadığım zaman bu beni çok üzüyor. Kimi başarısızlıklar benden de kaynaklanıyor olabilir. Düşündüğüm gibi çıkmamış olabilir. Yönetmenden kaynaklanıyor olabilir vs. Artık şuna dikkat etmeye başladım: Eski dönemlerde, maddi meselelerimizden dolayı yanlış işler de yapmışız. Artık bunu yapma durumum yok! Ne prodüktör müsaade edebilecek, ne biz istediğimizde yapabileceğiz. Projeler hazırlandığı zaman, bunun içerisindeki seçim, gelecekte bugün yaptıklarımıza oranla daha kaliteli olacaktır. O bakımdan, hep yükselme diye bir düşünce var ama nasıl başaracağımız önemli bir sorun.

Sinemaya jön veya salon aktörü olarak girdiniz. Çok da çabuk parladı yıldızınız. Ama o dönem kapandı, jönler yavaş yavaş ortalıktan çekildi. Bu aşamada, siz kendinizi değiştirip, oyunculuğunuzu fiziğinizin önüne geçirmeyi başardınız. Madenci, Kürt çoban, kan davalı ağa, müze müdürü, gazeteci… Bütün bunlar, nasıl bir çaba ve ısrarın ürünü oldu?

Böyle bir dönüşümü ilk önce Yılmaz Güney yaptı. Birçok vurdulu kırdılı filmden sonra, sinema sanatı açısından üst düzeyde filmler yaptı. Hem sanatını, hem halkını avucunun içine alabilecek kuvvette yapıtlara döndü. Bu, bir bilinç ve kültür neticesinde elde ediliyor. Bizler bu birikimi yaparak geldik.

huseyin.simsek@gmx.at