Bir nebze “hoşnutluk” da önemlidir elbette. Ama ezilenlerin ve mazlumların komşu perdelerden çıkan ‘ah’ları, aynı tonlarda yükselen çığlıklara dönüşmediği sürece köklü bir dönüşüm hayal.
En vahşi emperyalist kapitalizmin kendi paradigmasına dayalı kurallarını bile tanımamanın; sıradaki seçim günü geldiğinde iktidarda kalmak için her şeyi mübah görmenin ve bunun için mümkün olan her yola başvurmanın dünya çapında bir norma dönüştüğü, söz konusu gidişatın en “rafine” tarzda ABD’de temsil edildiği bir süreçte Trump’ın devrilmesi elbette önemlidir. İlgili ülke ve dünya çapındaki geniş kitlelerinde, bu yola girenlerin “yenilmez olmadığı“ algısının oluşması küçümsenemez. Her biri farklı düzey ve tonlarda muhalif olan cümle güçlerin umutlarını beklemeye bağlamaktan, “ne yapsak” olmuyor rehavetinden kurtulmaları da.
Dünyanın merkezine kendini koyup her şeyi buna göre tasnif etmeyi politika yapmak sayıyor değilseniz, Trump’ın devrilmesinde ve -sizin için bir “kurtarıcı” olmaları gerekmeksizin- Joe Biden-Kamala Harris ikilisinin “kazanma“sından payınıza düşen bir hoşnutluk illa ki vardır. 2008’de Obama’nın ilk Afro Amerikan devlet başkanı seçilmesinde olduğu gibi. Kelimenin gerçek anlamında politika yapan biri, dünyanın en ücra yerindeki bir yaprak kımıltısını bile bir bağlama oturtabilen kişidir ve köklü dönüşümler bu sayede mümkün olur. Tabii ki kurulu düzen içinde ve o düzenin uzun erimli selameti için bir “normalleşme” vaat ettiler, bunun gereğini yapmaya çalışacaklar ama Biden-Harris ikilisinin getireceği farklılıklar, siyaset yapma sanatı açısından önemsiz değil.
Kongre’ye ilk kadın milletvekilinin 1916‘da (Jeannette Rankin) seçildiği, ilk kadın bakanın (Frances Perkins, Çalışma Bakanı) 1933’de göreve geldiği, hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da görev yapan ilk kadına (Margaret Chase Smith) 1940-1973 arasında tanık olunduğu, bir Afro Amerikalı kadının (Shirley Chisholm) ilk kez 1972’de başkanlığa adaylığını koyduğu, aslında Demokratlar’da ilk kadın başkan yardımcısının (Geraldine Ferraro) 1984’te aday olduğu ama kazanamadığı, derken 2005-2009 arasında Afro Amerikalı ilk kadın bakanın (Condoleezza Rice, Dışişleri Bakanı) göründüğü, bir kadının (Sarah Palin) başkan yardımcılığına 2008’de Cumhuriyetçiler tarafından da ilk kez aday gösterildiği, temsil gücüne sahip olagelmiş iki partiden biri için ilk başkan adayının (Hillary Clinton, Demokratlar) 2016’da seçim maratonuna kadıldığı ve Trump’a karşı “kaybetti”ği ABD’de, Afro Amerikalı kadınların politik arenada görünür olmaları çok çok ağır ilerleyegeldi.
Afro Amerikalı Shirley Chisholm, 1972’de başkanlığa aday oldu ama devamı gelmedi. 2005’ten itibaren Condoleezza Rice, Gerorge W. Busch’un Dışişleri Bakanı olarak savaş taraftarı, “şahin” bir Afro Amerikalı’ydı. O, nasıl Busch’a uyumlu ve paralel bir icraat içinde olduysa; Kamala Harris de -Biden’ın da konumlandığı- esas itibariyle Obama çizgisinde yürümek isteyecektir. Ki Obama da önceki Demokrat başkanlar zincirine yeni bir halka olmuş, devamlılığı sağlamıştı. Sistem bazlı düşünüldüğünde bunlar açık ve net. Öyleyse, sistemde devrimci dönüşümden yana olanlar, Biden-Harris ikilisinin kazanmasından neden -en azından- bir nebze “hoşnutluk” duysundu ki?
Bence bu tür durumlarda, politik ve ideolojik angajmanlarımızın dışında, gerçek ve özgün hayat hikâyelerimize de başvurmamızda fayda var. Televizyon yayınlarının sınırlı saatlerde ve siyah-beyaz gerçekleştiği dönemdi. Doğduğum ilçede ilk ve orta okulu “parasız yatılı”da bitirmiş, sonra da 1977 yılı içinde ailemin ardı sıra İstanbul’a yerleşmiştim. Liseye başladığım o yıl, TRT’nin ekranına yeni bir dizi film geldi: “Kökler.” Alex Haley’in yönettiği dizinin başkarakteri Kunta Kinte’ydi. Kılımızı kıpırdatmadan, çıt çıkarmadan, kimi sahnelerinde kanımız donarak ve içimiz kanayarak izlerdik.
Tam da bir dizi kimlik edinmeyi o yaşa kadarkinden çok daha fazla önemser olduğum günlere denk gelmişti. Kimlik bahsinde dört koldan gelişen bir arayıştaydım: Siyasi, etnik, inançsal ve cinsel. Çocukluk ve ilk gençlik dönemim, inançsal kimlikle yoğrulmuştu. İçine doğduğum toplum kesimi ve ailem, en üst sıraya inanç kimliğini koyagelmiş; diğer kimlikleri onun şemsiyesi altında, bir anlamda edilgen komumda tutmuştu. Doğduğum köyün veya ilçenin çeperleri dışına çıkarak şehir yüzü gördükten sonradır ki adım adım kimliklerle ilgili gidişata, en azından kendi özgülümde el koydum. O güne kadar bana önerilen, mal edilen kimliklerin kimiyle arama mesafe koyarken, kimini ise tamamen çıkardım hayatımızdan. Bir yandan yeni kimlikler edindim, yanı sıra elimde kalsın istediğim “eski” kimliklere yönelik yeni -kendime göre- bir sıralama yaptım.
O yaşıma kadar bana da en üstte tutturulan dinî kimlikten -“koptum” diyecek kadar- uzaklaştım. Kimliklerimin çatısında yaptığım bu köklü “aktarma” sonucu, ilk sıraya -en üste- siyasal kimlik yerleşti; dayatılan aidiyetler yağmuruna artık başka ve yeni bir şemsiye tutuyordum. Etnik kimlik de önem kazanma sürecine girmişti, ama başat değildi. Bu dönüşümde, “Kökler” dizisindeki Kunta Kintelerle (Kamala Harris’in atalarıyla) benzer birçok yanımız olduğunu düşünmem de önemli bir rol oynadı. ABD ile Küçük Asya tarihinin akışları arasında kemdimce kurduğum parallellikler üzerinden bir arka plan bina etmiştim çünkü.
Kıtanın 1492’de keşfiyle (yeni bir kıta olduğu 1498’de anlaşılmakla) birlikte, “Beyaz Adamlar”ın fetihleri de başlamış. Kıtaya yerleşim kronolojisinde İspanyollar, Portekizliler, Fransızlar ve İngilizler (Anglo-Saksonlar) şeklinde bir liste çıkar karşımıza. Avrupalı Beyazlar yeni ayak basıyordu ama oraların da kadim bir ahalisi vardı: Amerika Yerlileri (“Kızılderililer”)! Vakti zamanında karaparçalarının yeniden hareketlenmesi, yaşanan katışmalar ve kopuşlar dolayısıyla gezegenin -nispeten iletişim içinde olan- geri kalanından adeta tecrit olmuş, kayıplara karışmışlardı.
Beyaz Adamlar’ın ilk işi, Amerika Yerlileri’ni kılıçtan geçirmek, “delikli demir”le telef etmek oldu. Basıp işgal ettiğiniz evde “huzur” ve uzun bir ömür bulmanızı ev sahibini ortadan kaldırmaya endekslemişseniz, başka türlüsüne de aklınız ermiyordu. Yerlilerin kökü kazınmış, ağırlıkla Avrupa’dan olmak üzere dünyanın dört bir yanından kıtaya göç dalgaları yaşanıyordu ama Yeni Dünya’nın yeni muktedirleri öyle ucuz falan da değil, bedava iş gücü ve hizmet üretimi istiyordu. Bu ihtiyaç, dünyanın gördüğü en büyük köle ithalatı aracılığıyla karşılanacaktı. Afrikalı siyahi nüfustan ilk köle grubu, 1619’da Angola’dan Virginia’ya getirildi.
Günümüze kadar gelen haliyle, 1776’da ABD adıyla kurulan yeni devletin başat kimliği -ezici bir oranda- WASP (White, AngloSaxon, Protestan) şeklinde “marka”landı. 1776-2008 arasında, sadece biri (John F. Kennedy) hariç Beyaz Saray’ın zirvesine o markadan insanlar seçildi. Kennedy’de ise sadece “marka”nın son harfi değişti: WASK (White, AngloSaxon, Katholik). 2008’de, köle ithalatı kapsamında getirilenlerin torunlarından biri (Barak Obama) ilk kez ABD’ye başkan oldu. Bu zincire yeni bir halka babında, başkan yardımcısı olarak Harris eklendi şimdi. Sistemin bir soluklanmaya, tamire, tedaviye ihtiyacı var. Obama gibi, Harris de bunun için çalışacak.
Yaşadıkları topraklar işgal edilip kırımdan geçirilen Amerika Yerlileri’yle de, köle olarak getirilen Afro Amerikalılar’la da birikmiş ortak ‘ah’larım, içimde boğulan çığlıklarım var. Yüzde yüz biörnek ya da tıpatıp aynı yol ve yöntemlerle ezilmediğimiz için, o çığlıklar, aynı değil ama bir ‘koma’ yandaki perdeden yükseliyor. Klasik anlamda köle olmadık, ama -Amerika Yerlileri kadar kökten olmasa da- onlar gibi kırıldık. Cümle kimliklerimiz yok sayılarak tanınan bir “hayat hakkı”yla geldik bugüne. Bir nebze “hoşnutluk” da önemlidir elbette ama dünyanın neresinde olursa olsun ezilenler ve mazlumların komşu perdelerden çıkan ‘ah’ları, aynı tonlarda yükselen çığlıklara dönüşmediği sürece köklü bir değişim, dönüşüm yaşanamaz.
Artı Gerçek, 18.11.2020