Şehirlerle hesaplaşan şiirler

Ali CAN / Özgür Politika, 15 Kasım 2001

“Benim şiirlerimde şehirlerle hesaplaşma var. Çok bilinçli bir seçim değildi bu, ama sonradan düşününce, gözümde canlanan tablo şu: Köydeyken bir hayatımız vardı; Kürt ve Aleviydik vb. Sonra bizi alıp şehre götürdüler…“ Bir anlamda çocukluğuyla başlayan ‘sürgün yaşamı‘nı, yıllardır Viyana’da sürdüren gazeteci-yazar Hüseyin Şimşek ile şiir serüveni hakkında konuştuk. Yeni kitap çalışmalarını Viyana‘da da sürdüren Şimşek‘in, mültecilik yıllarının ürünü sayılabilecek olan ikinci şiir kitabı “Yüzünüz Karşı Duvar“, İstanbul’da bulunan Tohum Yayınları‘nca yayımlandı. Şimşek, bir süreden beri anadilde yazım sorunu olan yazar ve şairler üzerine kafa yoruyordu. “Yasak İmge Şairleri“, “Yasak Dilin Şairleri“ başlıkları altında, bir dizi söyleşi ve dinleti gerçekleştirdi bu çerçevede. Kendini de katarak, Kürt şairlerin yazma serüvenlerini, değişik yönleriyle ve örnekleriyle ele aldı.

Senin yazın serüveninle başlarsak, hangi yasaklardan geçtin?

Şimşek: Sıcak savaşların, ayaklanmaların, katliamın eksik olmadığı bir coğrafyanın insanlarıyız. Hayatımızın akışı üzerinde, önemli ve belirleyici bir sebep bu. Boşuna denmemiştir, dert insanı söyletir, diye. Özellikle de Türkiye’de Kürt ve Alevi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmenin ve büyümenin bedeli, her zaman pek ağır olmuştur. Birçok Kürdün ve Alevininkine benzeyen kendi hikayem için, şöyle bir giriş yapabilirim sanırım: Ben altı yaşında okula başladım ve tek kelime Türkçe bilmiyordum. Okula başladıktan sonra, kendi anadilimi sadece köyde ve mecbur kaldıkça iletişim için kullanır oldum. Eğitimini gördüğüm ve haliyle edebiyatından zevk aldığım yeni bir dil vardı artık. Üstelik bu eğitimi, ilkokul dördüncü sınıftan başlayarak yatılı okulda alıyordum. Yatılıya adım attığım ilk gün, kendimi ormanda yakalanıp getirilmiş vahşi bir hayvan gibi hissettim. Düpedüz baştan ayağa işlenir, yeniden yaratılır oldum. Kendi kimliğimden, anadilimden, inancımdan koparıldım yani. Önce yoksayılıp, sonra bambaşka biri olarak varediliyordum. Yüklenen yeni bilinç, ayrı bir ulus ve ayrı bir dil yok, yönünde işliyordu. Kürtlük ve Alevilik unutulacaktı çaresiz. Sadece Türk tarihi, kültürü, dili, sanatı, müziği, gelenek ve görenekleri benimsenebilirdi. Sekiz yıl boyunca, “Türküm, doğruyum, çalışkanım“ diye başlayan andı içtik. Ben ve benim durumumdakiler köylerimize döndüğümüzde, okul yüzü görmemişlere ve Türkçe bilmeyenlere göre artık birer eğiticiydik. Biz yatılıdan dönenler Türkçe konuştukça, köy ahalisi de Türkçe konuşmaya başladı gittikçe. ‹ster istemez, asimilasyon politikasının birer aracı olarak işlev görüyorduk. Bu koşullar altında bekleneceği üzere, yatılı okuldan Kürtlüğümü ve Kürtçeyi bırakarak mezun oldum.

Sonra İstanbul yılları başlıyor ve bildiğim kadarıyla, bu kent bir dönüm noktasının da adı.

Bir dönüm noktası olduğu doğru, fakat pek sancılı bir dönüm noktası. Benim İstanbul maceram, ortaokul bittikten sonra başladı. İstanbul’la hesabım gerçekten pek karışık. Onunla boğuşmamın da onu arzulamamın da sonu gelmeyecek gibi. Nasıl bir dönüm noktası oldu İstanbul? Koparıldığım ve yoksayılan köklerimi, önce yavaş yavaş anımsama, sonra adım adım benimseme ve savunma sürecidir bu. Bütün ülke, hızlı bir savaş ortamına girmek üzere ve bu çatışmalarda, ilk sıralardaki iki hedef: Kürtler ve Aleviler. Bunların haklarını ve özgürlüklerini savunan devrimci örgütler, kendi köklerime dayanarak yeniden ayağa kalkmamı sağladı. Daha 15 yaşında, yoğun bir politik faaliyet içindeydim. Saflarında koşturduğum devrimci hareketin, asıl sorunu Kürtleri ve Alevileri haklarına ve özgürlüklerine kavuşturmak değildi, ancak Kürtler ve Aleviler için öngördükleri benim açımdan yeterliydi. Öngörülen siyasal ve sosyal devrimle, bütün ezilen uluslar, halklar, topluluklar kurtulacaktı. Kürtlere yönelik özel bir faaliyetim olmadı, Alevi bir ibadetin içinde de değildim. Kürt ve Alevi kökenliliğimi artık açıklıyor, Kürtleri ve Alevileri savunuyordum. Ama bizim bulunduğumuz hat, enternasyonal davranmayı, en azından öneriyordu. Oldukça sancılı bir süreçtir bu. Çünkü, Alevi kökenli olduğumu söylediğimde, çevremdeki devrimciler tarafından bile bir süre yadırgandığım oldu.

O günün koşullarında politik bir faaliyet duyarlı her genç için neredeyse zorunluluktu. Koşuşturmanın asıl alanı bu oldu senin de. Peki yazıya bulaşma, edebiyatla tanışma nasıl başladı?

Kürt ve Alevi kökenliliğimi artık açıklıyor, Kürtleri ve Alevileri savunuyordum, dedim az önce. Fakat her şeye rağmen, şehir kültürüyle haşır-neşir bir şekilde hayat Türkçe olarak akıyordu. Kürtçe okumak ve yazmak, o yıllarda henüz gündemime girmemişti. Biraz geriye dönerek vereceğim bir ayrıntı, benim yazın alanına girişim açısından aydınlatıcı olacaktır. Hani yatılı okulda, ben ben olmaktan çıkarılmıştım ya, yine de yakamı bırakmayan ve ilerde köklere dönüşü kolaylaştıran şeyler de vardı. Neydi bunlar? Klamlar, ninniler, efsaneler, masallar… Bunların toplamından gizli, dar ama sıkı bir ikinci dünya, öteki hayat çıkıyordu ortaya. Yıllarca bastırılan bu öteki hayat, fırsatını bulup öne çıkacaktı.

Çok sıradan bir yazma serüvenim var aslında. Hani, dert insanı söyletirdi ya, o koşullarda türkü ezberlemek büyük bir işti. Benim için yazın hayatı açısından, her şey türkü ezberlemekle başladı, diyebilirim. Yatılıdayken, ezberlemek üzere bir deftere geçirdiğim türkülerin son kıtalarında yer alan ozanların isminin yerine, kendi ismimi yazmışım. ‹şe sahtekârlıkla başladım yani. O defter hâlâ duruyor bende. Sonra sonra ezberlediğim türkülerin mısralarına benzer şeyler yazmaya başladım. ‹stanbul, bu noktada da bir kırılma yarattı. Nazım Hikmet’in, Ahmed Arif’in şiirlerini okudum. Ne kafiye, ne ölçü vardı. Bunlar parmakla gösterilen devrimci şairler, önce şok oldum. Aklım türkülerde, kafiyede, hece ölçüsünde kalsa da liseli yıllarda serbest şiirler yazmaya başladım. Lise ikinci sınıfta girdiğim yarışmada ödül almıştım. Şiir popülerdi, ama ben sık sık öykülere kayıyordum. Hapse girmeden önce bir yere kadar götürdüğüm bir roman denemem vardı. Tam romana, öyküye dadanıyordum ki hapisane kesti yolumu.

Birçok politik insan hapisanelerden edebiyatçı olarak çıkmışken, senin yolunu nasıl kesti merak ediyorum doğrusu?

Hapiste olan hemen herkes şiir yazıyordu. Ortam buna zorluyor çünkü. Fiili olarak roman yazmanın koşulları, en azından bizim dönemimizde yoktu zaten. Saklamak sorun, dışarı çıkarmak hiç mümkün değildi. Oysa yazdığım bütün şiirleri, mektuplara karıştırarak peyderpey dışarı çıkarabildim. Fakat hep yarım bir istek vardı bende. Daha derinlikli, daha geniş edebi kanallar dururken, o zamanlar kendimi sıkışmış hissettiğim şiir kanalında akmak zorundaydım. Benim açımdan, o günün doğrusu, ama şiir bana yetmiyordu. Hapisten çıktıktan sonra, o şiirlerin hiçbirini yayımlatmadım. Oturup roman yazdım ve Ağustos 1987’de yayımlanan ilk kitabım bu roman oldu.

Hapiste yazdığın şiirleri yayımlatmamanın başka nedenleri var mıydı? İlk roman denemesinin akibetini de öğrenebilir miyiz bu arada?

Başka nedenler elbette vardı ve bunlar edebiyatın kendi içinden nedenlerdi. Bana göre, edebiyatın kendi içinden nedenler daha belirleyicidir. Şiir diye yazdım, şiir olarak dışarı gönderdim ama, edebi kıstaslara vurulduğunda şiir değildi bunlar. Satır haline getirilmiş politik düşünceler, şiir işçiliğinin değmediği yoğun duygulardı. Şiir bilinciniz, zevkiniz, kuramınız yazdığınız şiirlerden daha hızlı yolalıyorsa, bu durumda şiirlerinize kıymak zorundasınız; yoksa, kendi selametiniz için edebi değerlere kıymış olursunuz.

Hapisten önceki roman denemesi ise, beş yıllık bir aradan sonra, tam anlamıyla komik gelmişti bana. Yarıcı köylüleri, Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi“ kitabından alıntılar yaparak anlatıyordum. O günkü aklıma sorarsanız, örneğin Yaşar Kemal iyi hikaye ediyordu, ama gerçek devrimci roman başka bir şeydi! Şunu da unutmamak gerekir ki, bütün bunlar 16-18 yaşları döneminde yaşanıyor. Tutuklandığımda 19 yaşındaydım ben. Hapiste geçirdiğim beş yıl içinde, dil konusunda bir hayli yetkinleştiğimi düşünüyorum. Fakat dil konusunda birçok şeyi, sonraki yıllarda atıldığım gazeteciliğe borçluyum asıl.

Hayat Türkçe sürüyor, dedin. Bu, ne kadarlık bir kendini yeniden keşfetme sayılabilir?

Beni ben olmaktan çıkardılar, dedim. Bu bir haksızlık, bir kıyım. Fakat bu kıyıma, bu haksızlığa karşı çıkarken, en eski halimi istemem hem doğru değil, hem de mümkün değil. Araçlar da önemli ama unutmamalıyız ki aslolan amaçtır. Ulusların, halkların hak ve özgürlükleri açısından bakıldığında, dil, bir ifade etme aracıdır. Bir korucubaşı televizyona çıkıp, Kürtlere karşı Kürtçe konuşurken, İsmail Beşikçi adında bir aydın çıkıp Türkçe Kürtleri savunuyor ve yıllarca hapiste tutuluyordu. Herkes için değil ama belli kuşaklar için, olaya böyle bakmak gerekir.

Benim için Türkçe bir kere düşünme dili oldu. Hangi dille düşüneceğin, karar almakla yönlendirilebilecek bir şey değil. Uzunca bir sürecin ürünü. Avrupa’da doğup büyüyen, burada eğitim gören çocuklar, eğer iki arada bir derede bocalamıyorlarsa, kelimenin gerçek anlamıyla buradaki toplumlarla yaşıyorlarsa, anadilleri ister Türkçe, ister Kürtçe, ister Sırpça olsun, onlar Almanca düşüneceklerdir. Bilinci hangi dilden kazanıyorsa, yani eğitim dili neyse, düşünme dili o oluyor.

İki dille düşünmek hiç mi mümkün değil? Elbette mümkün. İki dile birbirine yaklaşık oranlarda hakim olan birçok insan var dünyada. Ben kendi ve bir kuşağın somutundan bakarak konuşuyorum doğal olarak. Dört yıldır Almanca öğrenmeye çalışıyorum ve belki ilerde bu dille de yazacağım. Ne var ki yeni bir düşünme dili için bu çok geç bir vakit. Türkçe düşünüp, Zazaca ya da Almanca yazabilirim. Zaten sorun, Kürtçenin serbest olması, gelişim olanaklarına kavuşturulmasıdır, yoksa ömrünün ağırlıklı bir bölümünü yasağa, baskılara heba etmiş Kürtlere, Kürtçe düşün, diye emretmekle olacak bir şey yok.

Yeni bir düşünme dilini kendi açından zor görüyorsun. Türkçe düşünerek de olsa, anadilinde veya öbür dillerde neler yapabilirsin?

Zazaca için söylemem gerekirse, pek de azımsanmayacak bir temel var aslında. Bir hayli geliştirmem mümkün. Kelime dağarcığımı zenginleştirip, imlâ kurallarını bütünüyle kavrayıp yazıya geçebilirim. Bunun bana verdiği bir heyecan da var. Yokedilmek istenen bir dilde yazmak önemli bir olay. Onu geliştirmek temel bir görevdir. Böyle bir görevde edebiyatın oynayacağı rol de hayli büyük. Tek bir şartla: Her ne yapılacaksa hakkını vererek yapmak! Unutulmasın ki bir şiiri şiir, öyküyü öykü, romanı roman yapan hangi dilde yazıldığı değil, yazıldığı edebi türe ne kadar uygun olduğudur. En ufacık bir şovmenliği bile kaldırmayacak kadar önemli bir konudur bu. Hakkını verebileceksem Kürtçe de yazarım. Yok bunun için yeterli olmayacaksam, Türkçe yazdıklarımın işin ehli olanlar tarafından çevrilmesi, benim için evladır. Hem bir dilin saygınlığı, hem de bir edebiyatçının ağırbaşlılığı ve entellektüel vicdanı açısından, gerekli olan budur bence.

Eğer baskı altında ve yasakla karşı karşıyaysa özellikle, her edebiyatçı geldiği ulusal kimliğin tanınması, anadilinin özgür bir ortama kavuşması için mücadele etmek zorundadır. Bunun için her alanda faaliyet yürütmelidir. Politika yapmalı, örgütlenmelerde faal olarak koşturmalı vs. Ancak kendi anadilinde eğer becerecekse edebiyata soyunmalı, derim ben. Yaşar Kemal, Ahmed Arif, Cemal Süreya, Enver Gökçe… Türkçenin parmakla sayılacak yazar ve şairleri bunlar. Hepsi Kürttür ama Türkçe yazmışlardır. Şu anda hayatta olan sadece Yaşar Kemal. Türkçeye bir ömür verdi ve başarılı bir düzey tutturdu, onu Kürtçe yazmaya mecbur edebilir misiniz? Kürtçeyi, ancak yeni kuşak edebiyatçıların omuzlaması mümkün.

Kentler, senin hayatında dönüm noktalarına denk geliyor. Tohum Yayınları arasında çıkann son kitabındaki şiirlerinde de daha çok sürgünlük ve kentle hesaplaşma, didişme var. Nedir, kentle alıp-veremediğin?

Komşu köyde ilkokula başladım. Bu aynı zamanda bizim eski köyümüzdü ve sakinlerinin hemen hepsiyle eş-dost, akrabaydık. Eğitimi Türkçe alıyorduk ama hayat Kürtçe sürüyordu. Büyük bir kopuş yaşanmadı bu devrede. İlkokul üçüncü sınıftan sonra, kendi çapında küçük bir kent sayılabilecek ilçenin yatılı okuluna devam ettim. Birden bire, bıçakla keser gibi her şey değişiverdi. Yediğimiz yemek, yattığımız yataktan tutun da giydiğimiz önlük ve iç çamaşıra kadar. Kâse yoğurtlar aylarca kireç bulamacı gibi geldi bana. Mecburen yediğim nohut yemeğini, bahçeye çıkar çıkmaz kusardım çoğu zaman. Zeytinin, kaşarın tadına ise bayılıyordum. Sadece olumsuz değildi, ama öyle ya da böyle bambaşka bir hayat başlamıştı. Yatılıda hayatın tamamı okula eşittir ve okul Türkçe sürüyordu. Küçük kente bitişik duran yatılı dünya, küçük hayatımı kökten değiştirdi.

Köklerimden koparılmış olarak, sonraki durağa, devasa büyük bir kente vardım. Bir arı kovanı gibi uğulduyordu İstanbul; her kafadan bir ses çıkıyor, herkes başka bir tarafa çekiyordu. Bu herkesten birileri, geldiğim yeri, kimliğimi, inancımı ve anadilimi hatırlatıyordu bana. İstanbul’la sarsıldım ve yatılıda döküldüğüm kalıbı kırmaya başladım yavaş yavaş. Büyük kentin buradaki rolü olumlu. Fakat, benim kuşağımın kentlerdeki şahlanışı, uzun sürmedi ve yenilgiye uğratıldı. Her sokağına el koymak üzere olduğumuzu düşündüğümüz o kentlerin en karanlık dehlizlerinde işkencelere maruz bırakıldık, birçok arkadaşımız öldürüldü. Sağ kalanlarımız hapisanelere tıkıldık. Sabahattin Ali’nin pek ünlü şiirinde dediği gibi, sehirler bize birer “tuzak“ oluverdi. Şimdi ben kentlerin düşmanı değilim, hadi köyümüze geri dönelim, kampanyası başlatacak halim de yok. Varolan sisteme, verili hayata karşı çıkmakta, kentleri bazen bir zemin, bazen bir sembol olarak kullanıyorum. Fakat şu da bir gerçek ki, kentlerde insanın, insan ilişkilerinin, doğanın tahribatı daha büyük boyutlarda. En büyük kentler, en boyutlu yabancılaşmanın merkezi gibi.

Doğaya ve doğallığa bir çağrı!.. Çalışmalarımın böyle bir içeriği olduğunu söyleyebilirim. Öte yandan, bir devrimci nasıl muhafazakar olabilir! Çok hassas bir nokta. Yeniliğe evet, ama yozlaşmaya hayır! Değişime evet, ama bütün canlılar için yaşamın temel bileşeni olan değerleri, varlıkları yoketmeye hayır! Hayat biraz da ne idim ile ne oldum arasındaki gerilimle akıp gidiyor. Fakat bu, herkeste aynı yaşanmıyor. Bazı insanlar, geriye dönük sorgulamalarını çok derin yapıyorlar. Onların, yaşadıkları güne gelememe problemi yaşamaları mümkün. Böyle bir konuma düşmek istemem şahsen.

Hayatımın büyük bir bölümünde hırpalandığım kentlere bu kadar fazla saldırmamın altında, geçen zaman içinde, köy ile kök’ü biraz da zorlayarak birbirine koşut iki zemin farzeder olmam yatıyor belki de. Sorun bir yerden bir yere gitmek değil, gidilen yerde bir şeylerin eksikliğini hissetmektir. Bu eksiklikler giderilemiyorsa, daha önce yaşanılan yere özlem duyulmaya başlar. Buna bir de geldiğiniz yerde, istemeye istemeye bir şeyleri kaybedişinizi eklerseniz, sorunun ağırlığı daha anlaşılır olur. Bilgisine sahip olduğum kadarıyla, atalarımda, ömrünü aynı yerde geçirmiş üç kuşak yok hiç. Neredeyse kuşak başına bir göç düşüyor. Sürekli gezen, göçüp konan bir topluluğun bireyi olmak, yüzyıllar içinde, kimi kişilik özellikleri kazandırıyordur sanırım. Kendimi doğası gereği gezgin biri olarak tanımlamak her zaman hoşuma gitmiştir. Belirli bir kentle boğuşuyorsam, bu köye dönüşün değil, başka bir kente gidişin karın ağrısına tutuluşumdan da olabilir. Gitmek, benim için temel bir düstur adeta. Sadece fiziki olarak yer değiştirmek değil ama; kendini her yönden değişime açık tutmak, sürekli yenilenmek de bir tür gitmektir bana göre.

İlk kitabı yayımlatmak, çoğu zaman zor olur. Sen de nasıl başladı kitaplı olma süreci?

1987’de ilk romanım yayıma hazır hale geldiğinde, haftalık haber-yorum dergisi ‘2000’ne Doğru’da profesyonel gazeteci olarak çalışıyordum.  Kitabımın daktilo edilmiş nüshasını, o zaman haftalık ‘Yeni Gündem’ dergisini de çıkaran ekibin içinde yeralan İletişim Yayınları sorumlularından Murat Belge’ye verdim önce. Yayın programlarına alabilirler mi diye değil, okuyup eleştiri ve önerilerini söylemesi için. Siyasi görüşleri, ideolojik yaklaşımlarına her zaman uzak kaldım, birkaç kez ona yönelik eleştirel yazılar da yazdım, ancak Murat Belge‘nin ağırbaşlılığını, hoşgörüsünü ve bir dervişi andıran aydın naifliğini hiçbir zaman unutmadım.

Murat Belge, romanı parça parça okuyor, ben arada bir uyruyor, öneri ve eleştirilerini dinliyordum. Kaç kez uğradım hatırlamıyorum. Birçok eleştiride bulundu Belge. O haliyle yayınlatmamı önermedi. Ne yalan söylemeli, o zamanki aklımla ben şöyle yorumladım bütün bunları: Reformist, sivil toplumcu Belge, kahramanlarımı reformize etmemi istiyor! Hapse hızlı devrimci olarak düşen o insanların, hayli yumuşamış, akıllarını başlarına almış olmaları gerekiyor vs.

Romanın tek satırına dokunmadan, sadece sol yayıncılık yaptığını bildiğim ve çalıştığım iş hanında olduğu için Belge Yayınları’na verdim. Rağıp ve Ayşe Nur Zarakolu‘yla tanışmamız böyle oldu. Tesadüf bu ya, tam da “Yeni Sesler“ dizisinin başlangıcına denk gelmişti. Sevgili Ayşe Nur abla, kitabı okumuş ve çok heyecanlanmıştı. Gözden geçirmek için geri istedim, “sakın dokunma“ dedi ve “Ayrımı Bol Bir Yol“, dizinin ikinci kitabı, ilk romanı oldu.

Ezici çoğunluğu sol, sosyalist bir okur profilin var. Çok sık olmasa da söyleşilere, değişik etkinliklere katılıyor ve bir şekilde bu kitleyle yüz yüze geliyorsun. Okur kitlesinin durumunu nasıl görüyorsun?

Ne yazık ki kendi içinde de parselli bir okur topluluğuyla karşı karşıyayız. Tabii ki her okur farklı bir sol, sosyalist partinin, hareketin üyesi, taraftarı olacaktır. Sorun burda değil, sorun bu üye olmanın, bu taraftarlığın nasıl gerçekliştiğinde. Kendi hareketinin yayınlarından başkasını takip etmeyen bir okur, kendi hareketinden olmayan edebiyatçının eserlerine de önyargılı olarak mesafeli duruyor. Müthiş bir dar perspektife sahip bu konu da Türkler de, Kürtler de. Bunu aşabilen kitle henüz çok küçük. Sadece kendi hareketinin kitlesinin bir bölümü tarafından okunmak, bir edebiyatçı için mengeneye dönüşüyor.