‘Erdemli köpekler kuşağı’

Şubat ayı içinde yayımlanan sondan ikinci yazımın başlığı ‘Uç hastalığı’ idi. Tarihin derinliklerinde bu konuyla ilgili zıt uçlara savurucu tartışmalar, Antik Yunan’daki Kynik ve Kyrene okulları arasında da yaşanmıştır. Bunda şaşılacak bir taraf da yok aslında; zira, hem her şey değişim halinde, hem de insana dair birçok şey de ‘tekerrür etmek’te!

İnsanlık (dolayısıyla felsefe) tarihinin ilk zamanlarından başlayarak kafa yorulan başlıca sorunlardan biri, evren ve dünyanın ne zaman, nasıl oluştuğuysa, bu temel sorunun bir de ikizi var: İnsan için doğru olan nasıl bir yaşamdır? Başvuru kaynaklarım beni yanıltmıyorsa, bu ikinci soruyu ilk kez ciddi olarak gündemine alıp formüle etmeye çalışan, yanıtlar arayan kişi Antik Yunan filozoflarından biri olan Demokritos (MÖ 460-370) idi. Onun, bahsimizle ilgili sorusu şuydu: “Doğru bir yaşamın dayanakları nelerdir?”

İnsana yakışan yaşam biçiminin ne olduğu sorusuyla ilgili, düşünce tarihi boyunca sayısızca yanıt dile getirildi, yazıldı. Şair, filozof, matematikçi ve astronom Ömer Hayyam (1048 – 1131); İranlı, yani doğulu biri olmasına rağmen -en azından yakın zamana kadar ve rübaileriyle sınırlı kalmayan bir şekilde- Batı’da daha fazla tanınır, bilinirdi.

Gönül dedi: Ben neyim ki bir damla sadece
Ben nerde görmediğim koca derya nerde
Böyle diyen gönül deryaya kavuşunca
Baktı kendinden başka şey yok görünürde

Rönesans çığırının kurucu isimlerinden İtalyan şair ve filozof Francesco Petrarka (1304-1374), “yaşama sanatının kuralları”nı bulup ortaya çıkarmayı başlıca derdi haline getirdi. Yine Rönesans hareketine yetişmiş -sonlarında yaşamış- 16. Yüzyıl deneme yazarlarından Michel de Montaigne’nın insan yaşamı, insan doğası, kendi ‘ben’iyle ilgili çalışmaları da bir hayli önemsenir.

Başlığa çıkardığım “erdemli köpekler”e getireyim sözü. Sokratesçi dört okuldan birinden -Kynikler (Kinik) Okulu’ndan- idiler. O tarihe kadarki bütün töreleri, nezaket ve edep kurallarını bir kenara bırakmak gerektiğinin savunuculuğunu yaptılar. Hem öncüleri hem de en ünlüleri Diyojen (Diogenes von Sinope, MÖ 412-323) sayılageldi ve partal, yoksul bir yaşamdan da öte, bir fıçıda geçirdi ömrünü.

“Kynik” sözcüğü, “kyon”dan türemedir ve Yunancada “köpek” anlamına gelir. Bu adı, bu tanımlamayı onlara yakıştıran ise varsıl bir yaşama dört elle sarılan, mal-mülk edinme hırsında sınır tanımayan dönemin “çoğunluk”udur. Mal-mülk bahsinde neredeyse her şeyi ellerinin tersiyle bir kenara atan Kynikleri aşağılamada alınabilecek en dip ölçü, o dönemki “sürü”nün köpeklere bakışı üzerinden belirlenmiştir.

Peki Kynikler (köpekler kuşağı) için, önemli olarak ne kalıyordu geriye?

Sokrates’i (MÖ 469-399) öğretici bulan Kynikler için, insan yaşamının doğru sayılabilecek biricik anlam ve amacı, ‘erdem’ idi! İyilikçilik, alçakgönüllülük, doğruluk, yiğitlik… Yani, Antik Yunan’da “yetkin yurttaşın niteliği” sayılan şeyler. Sokrates, ‘erdem’in merkezine bilgiyi; Protagoras ise “kendini yönetme”yi koymuştur.

Sokratesçi bir okuldan gelen Kynikler, önemli bir uğrakta ondan ayrılıyorlardı da: Yaşamda bizzat gerçekleştirilmedikleri sürece, Sokrates’in tanımladığı “erdemli olma ilkeleri”ni “kuru bilgi yığını” saydılar. Doğru olduğuna inanılan ilke, doğrudan doğruya yaşanmalıydı! Zenginlik, bedensel güç ve güzellik, lüks, şan, şöhret… Kynik Okul’un kurucu simalarından Atinalı Antishenes, erdemli (aynı zamanda mutlu) olmayı, önceki cümlede sıralananları bir kenara atmak şeklinde tanımladı. Boş kuruntulardan kurtulamayanların, yaşamın ereği olan mutluluğa ulaşmaları olanaksızdı ona göre.

Kynik Okul, erdemi sadece en önemli değer değil, biricik değer saymaktaydı. İhtiyaçsızlık ve adı-sanı olamamaklığı varoluş ilkesi kabul eden Kyniklerin, bedensel hazlardan duydukları korku, delirmekten duyacaklarından çok daha büyüktü. Onlara göre, insanı köle yapardı haz. Çalışıp didinmeyi, güçlük ve sıkıntı çekmeyi yeğlerlerdi. İnsan ancak böyle kendini aşabilme gücüne erişebilir, sertleşip her şeye dayanıklı hale gelebilirdi. Diyojen, bunu gerçekleştirenler arasında en tanınanıdır.

Diyojen’in, doğru yaşamanın düsturu olarak savunduklarında teoride kalan pek bir şey yoktu; öngördüğü gibi yaşadı adeta. Sadece bilgiye değer verdi, kendini toplum karşısında özgür saydı, bir dünya vatandaşı olarak gördü, din ile devlete karşı kayıtsız kaldı. Evliliğin kaldırılmasını, çocukların aile mülkü sayılmasına son verilmesini savundu. İnsanın koyduğu tüm yasaları doğaya aykırı buldu. Ona ve Kyniklere göre, önyargılar içinde yüzen budalalardan oluşan yığınlar için bildiği doğrulardan şaşmaya değmezdi ve “sürü”ye kulak asmamak, doğaya dönüp doğal yaşamak en iyisiydi.

İlk eserlerini tamamen Kynik görüşler çerçevesinde yazan Kıbrıslı Zenon (MÖ 334-262), ilerleyen süreç içinde, Kyniklerin ifrata vardırılmış yaklaşımlarının yol açtığı tahrifatları önleme; doğrudaki yanlışı, yanlıştaki doğruyu ayıklama çabası içine girecekti. Kynik öğretide yaptığı esaslı değişiklikler, onu Stoacılığın kurucusu konumuna taşıdı. O güne kadarki kültür ve uygarlık ürünlerini, kazanımlarını; töreleri, ahlaki değerleri toptan, sert bir temelde reddetmez oldu. Ana düşünce olarak, bağımsız ve özgür insanı savunmayı sürdürdü; ama bunu, insanın temel ve sosyal içgüdüleri, duygularıyla uzlaştırarak yapmaya yöneldi.

Kynik okula göre öteki uçta duranlar ise Kyrene okulu oldu. Onlar özetle, insan yaşamının merkezine hazzı koydu; haz, iyinin ve doğrunun ta kendisiydi. Nereden geldikleri, ne çeşit olduklarının hiçbir önemi olmayan hazlar arasında, nitelik değil şiddet dereceleri bakımından bir farklılık söz konusuydu. İnsanın özgürlüğünü elde edebilmesi ve dünyanın zevkini akıllıca tadabilmesi, sınırsız ve dipsiz hazlar deryasında kulaç atabilmesiyle mümkündü. Kötü ve yanlış haz olamazdı; alınan bir haz varsa, alınması gerekendi ve dolayısıyla meşruydu.

İnsan yaşamının her alanındaki tahrifat, ifratla başladı; çapı ve derinliği devasa boyutlara ulaşmış olarak devam ediyor. Ne zamana kadar? Dünya toplumlarının gidişatına bakılırsa, güçlü olasılıklardan biri, geride ifrata vardırılacak bir şey kalmayana kadar!

(www.sonhaber.ch / 15 Nisan 2021)