Türkçe’den, “problemi olmayan bir dil” şeklinde bahsetmek mümkün ve doğru mu? 2000’li yılların başında bu soruya yanıtlar aramış, ilgili bir dizi polemik yapmıştık. Tartışmayı yürütenlerden biri Orhan Akalın’dı ve şu belirlemelerde bulunmuştu:
“… Türkçe ziyadesiyle problemli bir dildir. Yalnızca tek bir konudan bahsetmek yeterli olsa gerek: Kelime türetmek konusunda, Türkçe bir kaos yaşamaktadır. Türkçe’nin yapım eklerinin tutarlı-fonksiyonel bir tasnifi mevcut değildir…”[1]
Sorunsuz bir dil var mı, bilmiyorum! Diller gelişimlerini -tümüyle değilse de- önemli oranda varolan sorunlarını çözme reflekslerine borçludur. Ki çözülen sorunların yerini yeni sorunlar almaya devam eder. Dilin canlı bir varlık olması, sürekli gelişim ve değişim içinde bulunmasının temelini oluşturur bu.
Orhan Akalın, söz konusu yazılı tartışmalarda, bana çok isabetli gelen başka bir belirleme de yapmıştı: “Türkiye’de genel bir dil hareketi, Türklerden de destekçiler bulacaktır.”
“Türkiye’de diller” denildiğinde, büyük fotoğrafta karşımıza çıkanlar nelerdir? “Türkiye’de, Türkçe’den başka dil yok”, biçiminde dile gelen köklü bir paronayanın eseri bir fotoğraftır söz konusu olan. Cumhuriyetin seksen yıla yakın koca bir süreci, o coğrafyadaki kadim anadillere karşı inkârcı ve yasakçı zihniyetin hükmü altında yaşandı.
Askeri darbenin eseri olan 1982 Anayasası’nda, irili ufaklı anadiller üzerindeki yasak ve yoksaymaları perçinleyen bir madde yer alıyordu: “Türkiye devletinin dili Türkçe’dir.” Burada, “devletin resmî dili” denmemesi, ülkedeki diğer anadillerin yoksayılması içindi. Ki bunun somut kanıtı, ilgili anayasada öngörülen yasağa, 1983’te ikinci bir dikiş atılmasıydı:
“Türkçe’den Başka Dillerle Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun”, tam anlamıyla bir yasaklar deklerasyonudur ve “düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında yasaklanan dillere ilişkin esas ve usulleri” içeriyordu. Kanunun üçüncü maddesi, anayasadaki “devletin dili Türkçe’dir” ifadesine bir adım daha attırır: “Türk vatandaşlarının anadili Türkçe’dir.”
“Bu yasa ile ‘Türk devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması’ yasaklanmıştı. ‘Birinci resmi dilleri dışındaki’ şeklindeki garip ibarenin nedeni, Irak’ın ikinci resmi dilinin Kürtçe olmasıydı…”[2]
1991’de “2932 Sayılı Yasa” yürürlükten kaldırılınca, ancak o zaman Kürtçe-Kurmanci, Zazaki, Çerkezce, Arapça, Boşnakça gibi anadillerde de konuşmak, şarkı söylemek, kaset ve plak çıkarmak mümkün hale geldi. Ama sınırlı ve sorunlu bir serbestleştirmeydi bu, çünkü anayasanın yasakçı (26. ve 28.) maddeleri olduğu gibi duruyordu. Öte yandan, serbesti eğitim, yayın yapmak, dilin öğretilmesi, yaygınlaştırılması ve yaşatılması çalışmalarını kapsamıyordu.
Anayasadaki engelin kaldırılması için ise, 2002’yi beklemek gerekti. “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun”una yapılan eklemeyle, Türkçe dışındaki farklı dil ve lehçelerde yayın yapılmasının da önü açıldı. 2004’te yürürlüğe giren bir yönetmelikle, söz konusu yayınların TRT’nin yanı sıra özel radyo ve televizyon kuruluşlarınca da yapılması sağlandı.
Hayatın her alnında olduğu gibi, diller konusunda da inkârcı, yasakçı, kangren olmuş sekter tavırlardan arınmaya herkesin ihtiyacı var. Çünkü hangi alanda olursa olsun, uygulanan bir yasak ve baskı, sadece maruz kalana zarar vermiyor; birçok noktada dönüp, uygulayanı da vuruyor bir şekilde. Dolayısıyla, Türkiye’de resmî ideoloji, Akalın’ın deyimiyle, “yalnızca diğer dillere yaptığıyla kalmamıştır, Türkçe’yi de kaotik bir hale sokmayı başarmıştır.”
Türkçe’nin, başka anadile sahip milyonlarca insana “resmî dil” olarak önerilmesiyle kalınmayıp, onlara anadillerini tamamen bir kenara bırakmalarını istemenin yanı sıra dayatmak, savunulacak bir uygulama değildi; “mecbur edilen dil olmak”, bir dile yapılacak kötülüklerden biridir. Türkçe, “mecbur edilen dil olmak” hasebiyle de sorunlu bir konumdaydı.
Kendi anadilini ağzına alamayışına paralel bir şekilde, “tek dil”e mecbur edilmiş Kürdün, Lazın, Çerkezin, Gürcünün, Arabın, Asurun sadece Türkçe konuşup yazmaktan mutlu olduğuna kim inanır? Dayatanlar bile inanmaz buna, sadece öyle görünürler. Mecbur edilenlerde eğer her şeye rağmen varsa bir ‘Türkçe sevgisi’, kendi marifetleriyle olabilmiştir. Türk olmayıp edebiyat, belagat ya da başka bir etkinlik/üretim üzerinden Türkçe’ye nüfuz eden ve ondan zevk alan birçok insan var böyle.
Türkçe dayatılan dil olmaktan çıktıkça, süreç daha doğal işleyebilecektir. Diller üzerinden açılmış yaralar da karşılıklı ve birlikte sarılılabilir. İrili ufaklı dillerin hepsinden dilbilimcilerin, edebiyatçıların “dillerin kardeşliği” için dayanışacakları, birbirini besleyecekleri alanlar hiç de az değil. Öyleyse, sürekli baskı ve yasaklara maruz bırakılırken iliklerimize işleyen güvensizlik, önyargı ve tedirginliklerden arınmanın yollarından en az biri, topyekün bir dil hareketinden geçiyor.
Nasıl ve hangi biçimlerde olacağı tartışmaya açık kalsın ama kesin olan şu: Yaralar, karşılıklı ve birlikte sarılabilecektir.
(www.sonhaber.ch / 10 Mart 2021)