Bir roman

Rıza ALGÜL / Öneri dergisi / Aralık 2005

Romanın adı, ‘Bu Nasıl Istanbul‘. Hüseyin Şimşek arkadaşımızın yazdığı yeni roman. “Adettendir” ya, genellikle bir yazarın eseri arkadaşları tarafından “meçhul nedenlerle” okunmaz. Ben bu “adetin” tersini, fakat doğrusunu yaptım; arkadaşımın son romanını da merakla okudum. Okurken bazen kendimi romandaki serüvenlerin içine ve kişilerin yerine koydum, bazen de okuyucu yerine geri dönerek üzerine düşündüm. Böylelikle, romandaki serüvenle paralel yürüyen bir serüveni ben de yaşamış oldum.

Tür olarak romana kesin bir ad vermek istemiyorum -sanırım bunun en iyi cevabını yazarın kendisi verebilir-, fakat “olgu romanı” ile “nekreli roman” arasında durduğunu düşünüyorum. Romandaki olaylar, Diyarbakır ve Muş-Varto ile Istanbul arasında, “talihsiz” Kürt coğrafyası ile Batı arasında geçmekte ve birbiriyle hem içiçe, hem de birbirini kesen yoğun çelişkilerin bazen ince, bazen de kalın çizgileri üzerinde gidip gelmektedir.

Olaylar, romanlardaki gibi genellikle parçalanmış-lıktan bütünleşmeye, mutsuzluktan mutluluğa veya tersine yer değiştirerek, bir durumdan bir başka duruma geçişleri olan bir düzeyde gelişmiyor. Tam da Türkiye’deki siyasal ve sosyal duruma uygun olarak olaylar kendi içinde depreşip durmakta, romandaki kişileri zorlukların ve sıkıntıların birinden diğerine sürüklemekte, adeta boğmaktadır. Yaşam, bütün acımasızlığıyla romanda, fakat daha çok da baş karakter Serhat’ın yaşamında ve ruhsal durumunda dışa vurmaktadır.

Serhat Muş-Varto’da doğmuş, ana ve babası Alevi ve Kürt’tür. Doğduğu yer ve koşullar, onun okuldan meslek yaşamına düşlediği istemleri elde etmesine olanak tanımıyor. Bundan dolayı Istanbul’a geliyor, arkeoloji okuyup bitiriyor ve bir yandan da bir dergide çalışıyor. Bu dönemde, tarih hazinelerinden Hasankeyf’in yapılacak barajla suya gömüleceği haberleri yayılmaya başlayınca, Serhat dergi tarafından haber yapmak üzere Diyarbakır’a gönderiliyor. Fakat Serhat Hasankeyf’e gitmek için yola çıktığı her iki defasında da jandarma tarafından engelleniyor. Haber için bir imkanın kalmadığını gören Serhat, burukluk ve üzüntü içinde Istanbul’a dönüyor.

Serhat ve en yakın arkadaşlarının uğraşı, dergi ve radyo gibi daha çok basın-yayın alanında geçiyor. Oldum olası Türkiye’de düşünceyi yazma-söyleme-çizme-yayma çok zor koşullarla karşı karşıya kalmıştır. Fakat romanın resmettiği süreç olan 12 Eylül cuntası koşullarında bu alanda adalet ilkesine bağlı kalarak iş yapmak “bıçak sırtında yürümek” gibi bir şeydir. Bunda yalnızca siyasal baskıların payı yoktur, aynı zamanda işini ve eğitimini kaybetmiş düşünebilen yığınca insanın yaşadığı ekonomik baskıların da payı vardır. Çok büyük fedakarlıklara rağmen “ipin dört ucunu bir araya getirmemiş” olmak, Serhat ve arkadaşlarının içinde hep huzursuzluk mayalamaktadır.

Fakat, romandaki kişilerin yaşama dair sorunları yalnızca iş koşullarının zorluğundan doğan huzursuzluk değildir. Daha da önemli olanı, kendi yanılsamalarından hareket ederek büyük görevler başaracağı sanılan toplumun bundan hayli uzak oluşundan duyulan iş dışındaki hayal kırıklığıdır: 12 Eylül cuntası toplumu diktatör yöntemlerle siyasal yönden susturmuş, ekonomik yönden boğazını sıkmış, ideolojik-kültürel yönden beynini boşaltmış, tersyüz etmiş ve çıkarcılığın başını alıp gittiği mazoşist-sadomazoşist bir yığın ortaya çıkarmıştır.

Böylesi bir durumda, düşünen ve insancıl idealleri olan insan/lar için yaşam bir pranga gibidir. Ozan Ali Asker, bu niteliklerinden dolayı hapise koyulmuş bir devrimcinin duygularını dile getiren bir dizesinde, “…Beni anlamadın, ona yanarım…” der. Yani, “toplumsal kurtuluş” uğruna hapiste olan bir insanı dışarıdakinin anlamamış olması, içeridekinin “yüreğini yakıyor.” Bu bir dramdır. Bu dramı bazıları içeride yaşarken, romandaki Serhat/lar gibi bazıları da dışarıda yaşamıştır. Bu noktada, “aklını kullansaydı!” türünden “akıl verme”nin pek bir anlamı yoktur. Çünkü Serhat/lar o süreci geride bırakmış, karşılaştıkları yeni süreçte travmatik bir şaşkınlık içinde adeta kahroluyorlar.

Bu durumu her gün yaşayan Serhat, herkesin kaçıp sığındığı Istanbul’dan kaçmak, kaybolmak pahasına da olsa uzaklara gitmek istiyor. “Kahrolmuşluk” Serhat/ları öylesine ekstrem saplantılara sürüklüyor ki, karanlıkta yaşamayı bile aydınlığa tercih edebiliyor: “Benim için teneffüs edilmemiş bir çekimlik hava bile kalmadı bu kentte … Bu kente sülük gibi yapışanlar, kazdıkları kuyuları yeterli saymayabilir, benim atlayacağım kuyu hazır. En dibinde, karanlığa gömülüp kalırım belki. Kendi zifiri karanlığımdan kurtulmak, bir kuyunun zifiri karanlığına gömülmek pahasına bile olsa, benim için önemli…”

Roman içinde biraz aşk yaşamı da vardır. Fakat bu aşk da, romanda ki sosyo-psikolojik duruma benzeyen nitelikte umutsuzluk duvarını aşmayan, “çılgın”lıkları olmayan, şevksiz, zayıf duygulu ve her an sonlanabilen bir ilişkiden ibarettir.

Bütün bu yürek burkucu gerilim, 1980 sonrasında binlerce kişiyi ifade eden bir kuşağın resmidir. Bu resmi iyi okumak ve bu kuşağın o koşullarda sürüklendiği travmatik durumu anlamak için Bu Nasıl Istanbul romanını okumak gerekir.