Belge Yayınları: Hapisanelerin entellektüel vicdanı

OSMAN AKINHAY / Birgün gazetesi, 29 Kasım 2007)

25-30 yaşlarında, hepsi en az 5-6 senedir cunta hapishanelerinde yatan ve önlerinde yatacak daha bir dolu yıl bulunan ağır cezalık mahkûmlar, hatta bir kısmı hukuken tahliye olmayı hayal bile edemeyecek durumdaki idam ve müebbet hükümlüleridir. 12 Eylül’ün ilk faşizan yıllarını yaşamış, Mamak, Diyarbakır, Metris ve diğer zulümevlerinde en ağır baskıları görmüş -ve hold görmekte olon- siyasi hükümlülerdir. Tek tip elbise saldırılarıyla nokta operasyonlar hâlâ söz konusu olsa da, bir parça durulmuştur ortalık ve yılları teker teker deviren bu genç insanlar, ölmeyince, nihayet kendilerine bakacak fırsata kavuşmuşlardır. Deli gibi okumuş olsalar da içeriye girmeden önce çoğu edebiyattan uzaktır, günün neredeyse yirmi dört saatini kaplayan eylemli bir örgüt hayatında Marksizm-Leninizm’in temel kitaplarına ve kendi siyasi dergilerine ancak vakit ayırabilmişlerdir. O yüzden, bırakın bütün bir edebiyat literatürünü ve yerli edebiyatı bilmeyi, klasik dünya edebiyatıyla tanışmaları bile 12 Eylül’ün ilk yıllarında, koğuşlara roman alınma izni çıkmasıyla mümkün olmuştur.

İLK DENEMELER

Böylesi koşullarda, okumanın yanı sıra mektup yazmanın hayati bir yeri vardır: aile hasreti, sevgili kokusu, yalnızlık paylaşımı, örgüt talimatı… hepsi mektup satırlarına sinmiştir. Okunan kitaplardan parçalar, hikâyeler, roman kahramanlarıyla özdeşleşmeler o mektuplara sızar. İlk acemi karalamalara da o satırlarda rastlanır: Nâzım’dan, Enver Gökçe’den, Hasan Hüseyin’den öykünme “özgün“ şiirler o sırada çiziktirilir. Orhan Kemal’e, Füruzan’a, Sait Faik’e özenilen öykü ‚denemeleri‘ o aralar kaleme alınmaya başlanır.

Roman “cesareti“ içinse çok güçlü bir fener yanmıştır daha yeni: Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına’sı. Onu hatmedince herkes bir Kenan, bir Gülşen’dir. Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, Bakmak ve tabii ki Yenişehir’de Bir Öğle Vakti elden ele geziyordu. Onu, Mehmet Eroğlu’nun hasarlı vicdanlara işleyen romanları izler: Issızlığın Ortası, Geç Kalmış Ölü, Adını Unutan Adam kitapları izler.

Ve dış kantinden sipariş edilen harita metod defterlerine bir sürü cümle yazılır. -Öte yandan, bütün cezaevlerindeki bütün koğuşlarda harıl harıl yabancı dil çalışılmakta; dahası, pronanseyşını konverseyşını jâzla umursamadan bir dil “bitirilip“ öbürüne geçilmektedir, ama “çeviri“ yapmak henüz gündeme girmiş değildir.

İlk başta şiirlerde “imge“ değil “duygulanım“ ağır basar, düzyazıda “edebilik“ değil boşalmak, anlatmaktır öncelikli ihtiyaç. Gedikli ve sadık okurlarsa tabii ki “Görülmüştür“ mektuplarının sahipleri eşler, kardeşler, arkadaşlardır. Zaten hiç kimsenin aklında “aman şunlar yayınlansın“ hevesi yoktur; böyle bir ihtimal söz konusu dahi değildir, o yüzden hayaldışıdır.

Kaldı ki, uzun süreli bir mahkûm için hayal kurmanın en ‚kısır‘ devridir. “Özgür hayat“tan beş-altı yıl ayrı kaldıktan sonra geçmişe dair “sahneler“ birer birer silinmiş, çekilmiştir imgelemden. Gelecek ise henüz hayale dahil değildir; on küsur sene sonranın nesini hayal edeceksinizdir? Rüyalar da başka bir tuzaktır; kendinizi dışarıda ve serbest, mutlu mesut görseniz, uyandığınızda başınızın üstünde “dang“ diye ranzanın demiri, deliksiz ve düşsüz uyuyun daha iyi, nasıl olacaksa?

“YENİ SESLER“ DİZİSİ

O dönemde iki iyi şey olur: Bir, ziyaretlerde ve mektup yazıp almalarda birinci derece yakınların şart koşulması kuralı fiilen gevşer; içeride kitaplar bollaşır, koğuşlar arasında kitap alışverişleri rahatlar, koğuş ziyarederi yayılır ve bazı cezaevlerine -mesela, bizim Çanakkale’ye- tek tük daktilo girer; iki, Belge Yayınları (1985’te) “Yeni Sesler“ dizisini başlatır. Bu iki gelişmenin birleşik enerjisi, eli ufak ufak kalem tutanların zihnine “kitap“ı sokar. Fakat, hayatın ufkuna bu şekilde yeni dahil olmuş olan “kitap yazma“ ihtimali, çok daha öte bir mana taşımaktadır aslında.

On binlerce insan, yakalandıkları zaman aktif militandırlar; hayatlarını bir davaya adamışlardır. Hem devrim o kadar yakındır ki, ayrı bir meslek edinmek şart da değildir; üç sene beş sene sonraya göre düzen içinde bir plan, program yapılmaz: Sonrası demek, sadece devrim-sonrası demektir.

Hayatı “siyaset dışı“ bir “kariyer“le sürdürmek diye bir kurguyu akıl almaz. O sebeple 12 Eylül, ister içeriye girmiş, ister dışarıda kalmış, isterse mülteci olarak sürgüne gitmiş -ve az ceza alarak ya da tutukluluğu kaldırılarak erken tahliye edilmiş- bu on binlerce militanı başka bir noktada açık düşürmüştür: Hayat, siyaset-olmayan hangi vasıtayla sürdürülecek, siyasetin bastırıldığı bir gündelik hayatın; başka bir ifadeyle, kendini yeniden üretmenin asli faaliyet alanı ne olacaktır? Siyasete “angaje olma“nın yerini hangi ‚bağlanma‘ alacaktır? Üstelik, siyasal bir mücadele olmanın yanı sıra başlı başına entelektüel bir faaliyet de olan devrimcilikten geri düşme tehlikesi nasıl bertaraf edilecektir?

işte, yayınladığı kitapların yanı sıra Belge Yayınlarının, yani Ragıp Zarakolu ve Ayşe Nur Zarakolu’nun düşünüp hayata geçirdiği “Yeni Sesler“ dizisi, tam böyle bir ruh hali içinde çıkar “içerideki devrimci“nin karşısına: kalemi vasıta ederek gençlik militanlığını tazeleyici, tamamlayıcı bir zihinsel evren vaadiyle. Bir bir yayınlanır sonra o kitaplar; şiirler, romanlar, denemeler, çeviri kitaplar… Üstünde adı yazılı olan aynı koğuştaki, yan koğuştaki, öbür E Tipi cezaevindeki, şu sivil cezaevindeki hükümlü/tutukluların imzaları bir başka enerji katıyordur artık; defterler daha bir hızlı doldurulur, zarfların üzerine, gazete sayfalarının kenarlarına, akıllara, ezberlere dizeler karalanır, merdiven altı sohbetleri siyasete ara verip, edebiyata, romana döner yer yer. Dışarıda başka şairler, yazarlarla mektuplaşmalar artar, dergilere ürünler gönderilir, yayınevlerine dosyalar sunulur.

Hem Belge Yayınları’nın kitapları sadece ‚hapishane içi ürünler’le sınırlı değildir. Yayınevinin kendi programının, Marksist teori kitaplarının, heyecanla takip ettiğimiz 11. Tez dergisinin yanı sıra Sacide Çekmeci’nin Nizamiye Kapısı örneğindeki gibi ‚tutuklu anaları’nın kitapları da yayınlanır, o sırada Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye masası sorumlusu Helmut Oberdieck’in -herhalde bir Alman için ilginç bir (veya belki tek) örnekle Türkçe kaleme aldığı- Dışarıdakiler kitabı da, Hüseyin Şimşek’in 12 Eylül hapishanelerinde doğan bebeklerin öykülerini anlattığı Hapiste Doğanlar kitabı da.

UNUTULMAYACAKLAR

Ki bu noktada, insan hakları kavgasının dinamik bir gücü olan, -bilhassa hapishane kapılarında- gördükleri onca baskıya ve hakarete karşı yılmadan ayakta duran tutuklu ailelerinin kararlı mücadelelerini, yine bir açlık grevi sırasında Ankara’ya gittiklerinde polis engellemesiyle karşılaştıkları bir zamanda şeker krizine girip hayatını kaybeden Didar Şensoy’u özellikle anmak gerekir.

Özetle, o dönem Belge Yayınları, biz içeride, yakınlar dışarıda, hemen hepimizin gönlüne taht kurmuştur; yukarıda uzunca anlattığım üzere, yalnızca yazı çizi meselesi değildir söz konusu olan. Askeri darbenin karanlığının aralandığı bir dönemde zorlu bir demokrasi mücadelesinin parçası olmaktır dert, aynı zamanda.

O yüzden her hak mücadelesine dışarıdan dayanak arandığında, içerideki kampanyaların desteklenmesi istendiğinde -hatta ve dolayısıyla, tahliye olunup da muhabbet etmek, bir çay içilmek tstendiğinde-ilk başvurulacak adresler arasında yer almıştır.

Sevgili Ayşe ve Ragıp Zarakolu; tavrınız ve desteğinizle o karanlık dönemde hapishane koğuşlarında eğreti ve mütereddit duran birçok kalemi doğrulttunuz, bize kalemimize sarılma güveni, yaratma iradesi aşıladınız. Bu yazıda yer verdiğimiz fotoğrafta ve mektupta görüldüğü gibi, ziyarederiniz ve mektuplarınızla moralimizi kuvvetlendirdiniz, direnme gücümüzü pekiştirdiniz, yoldaşlık ettiniz. Bunun için, herhangi bir yolla ödenerek kapanacağını asla aklımıza getirmediğimiz bir minnet borcu duyuyoruz size. Kalbi teşekkürlerimizle…