Avcı tüfeği bırakıp fotoğraf makinesiyle çıksa doğaya

Artı Gerçek / 10 Temmuz 2020

Ünlü Fransız aktrist Brigitte Bardot’un hayvan haklarıyla ilgili hazırladığı belgesel, 1990’lardan itibaren Türkiye’deki ilgili platformlarda yoğunlukla izlenir, ilgiyle karşılanır olmuştu. O belgeselde Bardot özetle şunları söyler: “Avcılar ekolojist olduklarını söylüyor. Oysa onlar doğayı değil, daha sonra öldürmek için korurlar hayvanları. Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki kimi halklar, kabileler giyinmek ve beslenmek için hâlâ avlanır. Ama bizdeki avcılar sırf zevk için öldürüyor…” Brigitte Bardot aynı belgeselde, avcılara bir de çağrıda bulunur: “Tüfeklerinizi terk edin, fotoğraf makinesiyle çıkın doğa gezintisine!”

Hayvanların Yaşam Hakkını Koruma Derneği, 17 Mayıs 1992 günü İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde, Prof. Dr. Önay Sezer’in yönettiği “Öldürme İçgüdüsü Olarak Avcılık” başlıklı bir panel organize etmişti. Paneli, Gündem gazetesi için izlemiş ve hem bir röportaj hem de yorum kaleme almıştım. Sezer, yaptığı giriş konuşmasında avcılığın günümüze kadar süregelen çok tartışmalı ve çok sorunlu bir insan faaliyeti halini almasını, yaklaşık bir uzak tarih ve tarifle ifade etmişti: MÖ 3000’den itibaren ve krallara özgü bir spor! Brigitte Bardot’un “Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki kimi halklar, kabileler giyinmek ve beslenmek için hâlâ avlanır” şeklinde değindiği icraatın evveliyatı ise 150 bin yıl öncesine kadar gerilere gider.

Günümüzün çok tartışmalı ve çok sorunlu avcılığı, artık çok sınırlı oranlarda beslenme ve giyinme ihtiyacına dayandırılır. Çok büyük bir ağırlıkla ‘spor’ (‘doğa sporlarından biri’) şeklinde telaffuz edilir. İyi de nasıl bir spor ya da ‘doğa spor’u? Avcılar ile hayvan hakları savunucularının bu soruya verdikleri yanıt, iki karşıt cepheyi tarif eder. Avcılar, doğal dengeye katkıda bulunduklarını iddia ederler; hayvan hakları savunucuları ise ‘spor’ ya da başka bir şey, adına ne denirse densin yapılanın öldürme içgüdüsünün -zevkinin- tatmini olduğunu söylerler.

Konuyla ilgili akademisyenler, avlanmayı bırakmış avcılar, avlanmayı sürdüren avcılar ne diyor? Akademisyenlerin yaklaşımlarından başlayalım irdelemeye. Panelin konuşmacıları arasında yer alan Prof. Dr. İsmet Sungurbey, “Avcılık can almaktır” demiş ve avcıların yan bir gerekçesine de atıfta bulunmuştu: “Gelenek diyorlar. Ortaçağ’da engizisyon işkencesi de bir gelenekti, onu da mı sürdürelim. Bu bir ahlak sorudur.” Sungurbey, geçmişten beri toplumlarda avcılarla ilgili sık sık dile getirilen ama duyduklarında avcıları çok kızdıran bir tesbiti de anmadan geçememişti: “Kadınlarını tatmin edemeyen kimseler bunlar. Hınçlarını, avdan alırlar.”*

Doc. Dr. Mansur Beyazyürek ise avlanmanın psikolojik yönleri üzerinde durmuştu: “Yok etme ve yapma, insanın ruhsal yapısındaki temel olgulardır. Her çocuk düşkırıklıklarına uğrar. Yıkıcılık, umutsuzluktan çıkar. Yaşamı yok etmek, edilgenlikten kurtulmanın bir yoludur. Av, ödünleyici bir şiddettir. Bu dürtü, sadizmin özünü oluşturur. Başka bir canlıyı bütün isteklerimizin nesnesi haline getirmek, egemenlik kurmak zevki! Kan akıtmak, kendini doğrulamanın bir biçimi oluverir…”

Hayvan hakları savunucularından tanıklarımız, bir çift olacak: Şahika Ertan ve Asaf Ertan. Sözünü ettiğimiz panelde Asaf Ertan, avı bırakmış ve bu işe karşı çıkarak Türkiye’deki doğa koruma, hayvan hakları hareketinin kurucu emektarlarından biri olması hasebiyle konuşmacılar arasında yer almıştı. Doğal Hayatı Koruma Derneği, Doğa Gözlemcileri Derneği ve TÜDAV’ın (Türk Deniz Araştırmaları Vakfı) kuruluşunda yer almış Asaf Ertan’ın asıl mesleği işletmecilik. Şunları dile getirmişti: “Avcılık, spor olarak görülemez. Biz ekonomik nedenlerden yaptık, bu da uzun sürmedi. Ekolojik bir yanı olduğuna inanmıyorum. Psikolojik bir dürtü. Hayvanların üretilip salınarak avlanması ise hiç avcılık değil, üretip doğaya salalım ama avlanmak için değil.”

Şahika Ertan’nın konuyla ilgili açıklamaları ise oldukça taze, dumanı üstünde. Önceki yazımızı okuduktan sonra, görüşlerini kısaca yazıvermiş. Avcılığı, deniz/su ve karaavcılığı olarak iki grupta ele alıyor; hem iki avcılık türü arasındaki ve dolayısıyla hem de her birine karşı alınması gereken tavırdaki farka şöyle dikkat çekiyor: “Yıllardır ülkemizdeki kara ve deniz avcılığının kanunsuzluğu üzerine yazılar yazıp durmaktayız. 1976’da kurulan Doğal Hayatı Koruma Derneği ile başlayan koruma çabalarımız, dernek çoktan yokolsa da eşimle birlikte yürüyen hayatımızda sürüyor. Sulardaki avcılığın bilimsel düzeye gelmesi, denetimlerin gerçekten yapılması ve karaavcılığının da tümüyle ortadan kalkması bizim de dileğimiz…”

Şimdi artık, avlanmaya devam eden avcıların bu yaptıklarıyla ilgili tanımlama, yorumlama ve savunmalarına geçebiliriz. Bir halkla ilişkiler uzmanı olan Nedim Gökdil, aynı zamanda (1993’te) otuz yıllık avcıydı ve kendisinin deyimiyle, av peşinde Türkiye’de ayak başmadığı yer kalmamıştı. Gökdil, panelde yaptığı konuşmada, avcıların, hayvan tüketiminin sadece yüzd 10’undan sorumlu olduğunu ifade etmiş, “avın devamından yanayım” demişti. Gökdil’in avcılığı nasıl tanımladığıyla devam edelim: “Avcılık spor değil, bir ritüel, bir yaşam biçimi, bir doğa töreni sürecidir. Avı vurmak ise bu sürecin öğelerinden biridir. Öldürmekten zevk almıyorum ama tam açıklayamıyorum da. Türkiye’de yanlış avcılıktan kaynaklanan bir katliam gerçekten de var. Av iki yıl yasaklanıp hayvan envanteri, ekolojik denge tespiti yapıldıktan sonra avcılar sıkı bir eğitimden geçirilerek planlı bir avcılık sürdürülmelidir.”

Panelle birlikte değerlendirmek üzere, aynı günlerde İstanbul-Kartal Avcılar Kulübü’nü ziyaret etmiş, bir grup avcıyla görüşmeler yapmıştım. Avcılardan Mehmet Ercan,  Nedim Gökdil’in “yanlış avcılıktan kaynaklanan bir katliam gerçekten de var” belirlemesini desteklemiş, bilinçsiz avlanma ve av yasaklarına uymamaya dikkat çekmiş; genelde doğanın, özelde hayvan popülasyonunun bozulmasını kast ederek, “bizim taraftan da buna katkıda bulunulmuyor değil”, demişti. Aynı kulübün üyelerinden Metin Bora, avcılığın kendisine dededen kaldığını, yanında dolaştırdığı oğlunun da avcılığı sürdüreceğini anlatmıştı. Neden peki? İşte, Bora’nın cevabı: “Avlanmak içimizdeki kurttur, avlanmadın mı yer bitirir. Uyuyamazsın, evde huzur kalmaz.”

Yirmi iki yıldır Avusturya’da yaşıyorum. Geldiğim ilk yıllardan beridir, gâh bisiklet yolculukları gâh uzun doğa yürüyüşleri yaparak bu ülkeyi adım adım geziyor; bazen komşu ülkelere de aynı yöntemlerle dadanıyorum. Doğayla kelimenin gerçek anlamında hemhal olmak, doğaya karışmak harika ve vazgeçilmez bir şey. Bence de Brigitte Bardot’a kulak asmalı; doğaya en çok beyin ve yürek gözümüzle, yanı sıra fotoğraf makineleri ve kameralarla, aynı zamanda doğanın doğasına uygun bir biçimde yürürayak ve bisikletlerle çıkmalı.

……………………………
* Yazıda sözü edilen panelden alıntılar için kaynak: Gündem gazetesi, Mart 1993, Hüseyin Şimşek imzalı röportaj. (huseyin.simsek@gmx.at)