12 Eylül’ün edebiyatta ayak izleri

ADİL OKAY / Emegin Sanatı (1.1.2010)

Sanat her dönem hem insanlığa ayna tutmuş, hem de toplumsal altüst oluşlara tanıklık yapmıştır. Bunda özellikle şiir ve edebiyatın payı büyüktür. Edebiyat her dönem tarihin ve kamunun vicdanı olmuştur. Demem o ki bir sanatçı eserleriyle değerlendirilirken, toplumsal alt üst oluşlarda aldığı tavırla, bunun sanatına nasıl yansıdığıyla da birlikte değerlendirilir. Büyük sanatçılar boşluk doldurur. Çağın tanığı olurlar. Geleceğe pencere açarlar. İşte edebiyat da öyle. Toplumsal altüst oluşlarda tanıklık, duruş, estetikte-akımda yenilik, gelişme ve tabi ki yetenek. Bunlar büyük sanatçılığın olmazsa olmazlarıdır. 12 Eylül de bir toplumsal alt üst oluştur. Mikro düzeyde de olsa bir içsavaştır. Katliamdır. Trajedidir. İlk on yıl, yani 1980-1990 arası yüz binlerce insan kırılmıştır. Sağ kalanlar da yaşayan ölü haline getirilmiştir. Bu mezalimin edebiyata yansımaması mümkün değildir. Yansımış mıdır? Ne ölçüde, nasıl ve hangi estetik boyutlarda yansımıştır. 

Son söyleyeceğimi baştan söyleyecek olursam: Güçlü bir 12 Eylül edebiyatı yapılamamıştır. Edebiyatçıların büyük çoğunluğu bu konuda, yaşadıkları-gözlemledikleri trajedi karşısında susmuştur. Bunların nedenlerini irdelemeye çalışacağım.

12 Eylül’ü hazırlayan sürece gözatmakta yarar var. Türkiye’de milyonlarca insanın daha özgür-eşit bir hayat uğruna sokaklara döküldüğü bu dönemde, sanatta ‘toplumcu gerçekçi’ akımın prestiji oldukça fazlaydı. Her ne kadar “ben kendim için yazarım” dese de bir şair ve yazar, okuyucu kitlesinin dayanılmaz cazibesine kapılmaması olası değildi. Okuyucu kitlesi de bu ayaklanan halktı. Dönem dönem sloganla sanatın karıştığı bu dönemde iyi edebiyat eserleri ve şiirler kitleyle buluşmuştu.

12 Mart edebiyatı–romanı, ağıt-destan türünde de olsa (Erdal Öz, Adalet Ağaoğlu, Vedat Türkali, Sevgi Sosyal örnekleri gibi) yaratılmış ve okuyucuyla buluşmuştu. Oysa güçlü bir 12 Eylül edebiyatı yapılmadı. Ya da çeyrek yüzyıl sonra ancak bir külliyat oluşmaya başlandı. Şiirde ve öyküde denemeler oldu. Çok iyi 12 Eylül öyküleri ve şiirleri yazılmıştır.  Ama romanda güçlü bir kalemin, güçlü bir romanı ilk yirmi yıl yazılmadı. Dikkat edin bu konuda yazabilecek yazarlar 1980-1990 arasını yok saymışlardır.

Darbeden Sonra İkrar Küfür ve Aydınlar
 
12 Eylül darbesinden sonra, Türkiye’de aydınlar ve yazarlar bir suskunluğa gömüldüler. Meydanı boş bulan fırsatçılar dediğim Ahmet Altan, Pınar Kür gibi yazarlar solcu militanların psikolojik sorunları, cinsel sorunları olduğu için silahlı eylemlere katıldığını anlatan romanlar yazdılar. Özellikle Ahmet Altan’ın ‘Sudaki İz’ adlı romanı tam bir karalamadır. Katliamlara alkış tutmaktır. Darbeden sonraki yıllarda, özellikle 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra, ‘Kapitalizmin küresel düzeydeki zaferi sadece sol hareketleri değil edebiyatı da krize sokmuştur. 12 Eylül’den sonra piyasanın edebiyatta belirleyici olduğu yeni bir kültürel atmosfer başlamıştır.’ Elbette güdük-çapsız bir kültürel atmosferdir bu. 

Kitap okumanın suç sayıldığı bir ülkede, solcu olmanın ölümle özdeşleştiği bir kesitte yazmak da kolay değildi. 12 Eylül’den sonra siyasal iktidara karşı mücadele birçok yazar için ölüme karşı mücadele gibi olanaksız görünmeye başlamıştı. Bunu yıllar sonra Pınar Kür şöyle itiraf etmişti: “12 Mart’ta hayatlarını kaybedenler masumdu. 12 Eylül’de ise masum değildiler. Yani işkence, yargısız infazlar, idamlar mübahtı.”

12 Mart’ta birer İnce Memet sayılan solcu gençler, o yazarlara göre 12 Eylül sürecinde yoktular.

Bu eleştirdiğim eylülist yazarların yanı sıra, olumlu ve düzeyli denemeler de yapıldı. Ama hemen hepsinde kahramanlar sonunda ölüme mahkumdu. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ adlı romanında, evin içinde giderek böcekleşen Samsa ile kız kardeşi arasındaki ilişki ‘yazar ile darbe mağdurları’ arasında yaşanmaya başlamıştı. Yani edebiyat da halk gibi, 12 Eylül darbesini utangaç biçimde desteklemiştir. Anne ve babalar, çocuklarımızdan onur duyuyoruz diyenlerin bile büyük çoğunluğu ‘öleceklerine hapiste olsunlar’ söylemine sarılmışlardı. 12 Eylül’e karşı yazmak, yazarak direnmeye çalışmak birçok yazar için imkansız direniş olarak değerlendirilmeye başlanmış ve yazarlar romanlarında devrimci karakterleri öldürmeye başlamışlardı. 

Adalet Ağaoğlu ‘Üç Beş Kişi’de kahramanlarını şiddetin nesnesi olarak ele alır ve hepsini yok eder. Vedat Türkali, 1983’te yayınlanan “Mavi Karanlık”ta ölümden Bodrum’a kaçan üç genci konu eder. Nergis, Özgür ve Kohen yakalarını hiç bırakmayan şiddetin kurbanı olurlar. Son romanlarından “Kayıp Romanlar”da, sürgünden dönen yaşlı kahramanını genç sevgilisinin kollarında öldürür Mehmet Eroğlu’nun “Yarım Kalan Yürüyüş”ündeki kahraman ölümü arar ve bulur. Orhan Pamuk, 1983’te yayınlanan “Sessiz ev”de Nilgün’ü öldürür. 

Oya Baydar, Füruzan ve Fethi Naci
 
 İyi başlayan, sürgünü çok iyi işleyen Oya Baydar, son romanlarından ‘Erguvan Kapısı’yla sol çevreyi hayalkırıklığına uğratır. Baydar, söz konusu romanında silahlı eylemci kahramanını aşağılayarak öldürür. Silahlı eylemcileri ve ölüm orucuna yatanları, Fatih Akın’ın ‘Yaşamın Kıyısında’ filminde yaptığı gibi çirkin betimler. Zeki Coşkun ve Oya Baydar, Evrensel Kültür’ün hazırladığı 12 Eylül dosyasında “12 Eylül’le sanatın slogandan uzaklaştığını, kendi akışını bulduğunu, çiçeklendiğini” söylemişlerdir. 1975-1980 arası kabaran mücadeleye omuz veren yazarların tarih, sanat-estetik alanında gelişecek zamanları olmadığı doğrudur. Ancak çiçeklenme acımasız bir benzetmedir. Bu değerlendirmeyi yapan yazarlar neo-liberalizmin sanatı kültür endüstrisi içine sıkıştırdığından, 12 Eylül sonrası depolitizasyon uygulamasıyla yazarları okuyucusuz bıraktıklarından, kanaat önderi gibi görev yapan kitapçıların iflas edip yerini süpermarket kitapçılığına bıraktığından, tek tip sanatçılar türediğinden, tekelci medyanın hiçbir estetik değeri olmayan romanları istediği zaman yüz binlerce sattırdığından da söz etmeliydiler. 12 Eylül darbesi olmasa da edebiyatta arayışlar, slogan sanattan arınmalar olacaktı zaten. 

12 Mart döneminin en önemli yazarlarından Füruzan bu konuda şu ilginç gözlemde bulunur: “12 Eylül romanlarının kiminde yazarı dönemi işlerken eleştirel bir bakışla yaklaştığını görür gibiyiz. Bu yarı gölgeli, yarı şaşırtmacalı anlatımlardan amaçlanan eleştiri ne yazık ki yerini bulamıyor. Sanki yazara soru yöneltildiğinde ‘ben öyle demek istememiştim’li bir yanıt kolaylığı bırakıyor.”

Fethi Naci 12 Mart sonrasıyla, 12 Eylül sonrası roman bakımından kıyaslandığı bir yazısında iki dönem romanların hapislere düşen, öldürülen devrimci gençlere bakışla ayrıldığını saptamıştı: “12 Mart romanlarında devrimci gençler için ağıtlar yakılırken, 12 Eylül romanlarında kurulu düzenden yana tutum takınılarak devrimci gençleri aşağılamak ya da dünyayı değiştirme görevinin kendisine verilmiş olmadığını kabul etmeyi övmek moda oldu”, der ve bunun nedeninin 80’li yıllarda burjuva ideolojisinin Türkiye’ye egemen olmasına bağlarken, açıkça söz konusu ideolojinin Türkiyeli aydınlar üzerinde bir egemenlik hali almasını kastetmektedir.

Aydınlar ve yazarlar, halk kapısından kaçmaya, artık güçlenen tekellerin kapısını tıklatmaya, kendilerine orada yer aramaya başlamışlardır.  

Postmodernizm ve Marcel Duchamp’in Pisuarları

12 Eylül sadece zor-idam-işkence ve zindanla edebiyatı geriletmemiş, postmodern söylemle kendine yandaş bulmuştur. Göreli özgürlük ortamı, psikolojik rahatlık sağlayan postmodern yazın kapitalizmi eleştirmekle birlikte, kapitalizmin düzeltileceği sonucuna ulaşmıştır. Deneysel yazın adı altında Marcel Duchamp’ın pisuarları, sidik ördekleri, Dada’cıların yıkıcılığı kötü bir biçimde kopya edilmiştir. Oysa Marcel Duchamp sidik ördeklerini bir ironi amacıyla sanat diye sunmuştu. Büyük olasılıkla sonuca kendi de şaşmıştır.

O güne kadar düşene vurulmazdı. 12 Eylül’den sonra Eylülist yazarlar, ‘düşene bir tekme de ben vurayım’ diye sıraya girmişlerdir. Sözüm ona tarafsız kalanlar, susanlar da ikrar ile Samsa’nın kız kardeşi rolünü almışlardır. Acımak ama onlardan uzak durmak. Kapıya gelene bağış vermek, ara sıra bir kampanyaya imza atmak.

Son Gelişmeler

12 Eylül romanına olumlu örnekler de var: Kaan Arslanoğlu, Hüseyin Şimşek, Hacay Yılmaz, Halil Genç, Nejat Elibol, Yücel Sarpdere, Öner Yağcı, A. Kadir Konuk, Osman Akınhay, Şöhret Baltaş, Sevkuthan Karataş, Süheyla Acar, Ayşegül Devecioğlu, Hayri Argav, Pamuk Yıldız, Sami Özbil, Mircan Karaali…
Pamuk Yıldız’ın “O Hep Aklımda” ile Osman Akınhay’ın “Gün Ağarmasa” adlı romanları 1980-1990 Mamak gerçeğinden hareketle 12 Eylül’ü anlatır. Yıldız romanında, yazması gerekenlerin neden yazmadığından, tanıklık yapmadıklarından, “içeride kahramanca direnenlerin bile” dışarı çıkınca neden bir unutma çabasına daldıklarını anlamaya çalışır. (Bkz. S.356) Osman Akınhay, “Gün Ağarmasa”da, roman kahramanına benzer sorgulamaları yaptırır. (S. 183.)

Süheyla Acar, “Yağmurun Yedi Yüzü” adlı romanında, içeriden çıkanların ya da sürgünden dönenlerin çocuklarıyla kurdukları travmatik ilişkiyi çok ustaca sorgular. (Bkz. S. 294-295.).

Mircan Karaali’nin, “Gorki’nin Gitarı”, Sami Özbil’in “Soluk Soluğa” adlı romanlarında, 1990 sonrası Türkiye manzarası, F tipleri betimlenir.

Keza üzerinden atlanılmayacak bir yazar Şöhret Baltaş, “Koşarken Yavaşlar Gibi” adlı romanında, bu kuşağın çocuklarını hem sakınıp hem devrimci yapmaya uğraştıklarından, çelişki yaşadıklarından söz eder. (Bkz. S. 131.)
Konumuz dışı belki ama sinemada da iyi örnekler çoğalıyor. “Beynelmilel” ve “Sonbahar” gibi filmler umudumuzu kamçılıyor.

Kendi çalışmalarımdan örnek vereyim: “Mültecinin Bunalımı” ile “Yolcu” adlı öykü, “Yirmi Beşinci Saat” adlı şiir, “12 Eylül ve Filistin Günlüğü” adlı anı belgesel ve “Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler − Ölülerimiz Konuşuyor” adlı tyatro oyunum, 12 Eylül karanlığıyla hesaplaşmayı amaçlayan kitaplarımdı. Son çalışmam olan “Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler”, Merhaba Sanat Tiyatrosu ve 78’lilerin ortak projesi olarak sahneye kondu. Yakında turneye çıkacak. Türkiye’yi dolaşacak. 2010 yılında da kitaplaşacak.

Sonsöz:
 
Neden çeyrek yüzyıl beklenmiş ve 12 Eylül bu yaralı insanların kaleminden anlatılmayı beklemiştir. Oysa Türkiye’de bu dönemi işleyecek, yazacak usta kalemler vardı. 1980-1990 arası vahşet dönemini Türkiye’nin bilinen usta kalemleri yazmamışlardır. Onların büyük çoğunluğu belki solcu gençlere küfretmediler ama sustular. Belki onlar tanık oldukları o dehşet yıllarını gömmüşler ve hatırlamak istemiyorlar. Ya da ölülerden uzak durmak istediler. Sonuç itibariyle aydın sorumluluğunu yerine getirmediler. Ne toplum, ne yazar ve şairler 12 Eylül’le hesaplaşmadı. Yara açık kaldı. Ancak son gelişmeler sevindirici. Özellikle sinema ve edebiyat ile 12 Eylül karanlığı sorgulanmaya ve iyi örnekler çoğalmaya başlamıştır.

12 Eylül hâlâ kanayan bir yaradır. 12 Eylül karanlığı hâlâ aydınlatılmamıştır. Bu eksiklikte, tarihçilerin ve siyasetçilerin olduğu gibi, sanatçıların da sorumluluğu var. Pamuk Yıldız’ın dediği gibi  “hep aklımızda.”