12 Eylül sürecinde politik intiharlar

Radikal gazetesi /30. 07.1996

İntihar, tarih boyunca düşünürlerin ilgisini çekmiş bir olgu. Çok net olarak intihara karşı olan ve lanetlenmesini isteyen düşürlere örnek olarak Platon, Aristotales,Epikür, Kant anılabilir. Öte yanda, intiharı savunan ve olumlayan düşünürler de vardı. Zenon, Stoacılar, Seneka, Monteigne, Hume gibi. Fakat intihar sorununu felsefenin merkezi bir konusu olarak ele alan düşünür varoluşçu Albert Camus’dur. „Tek felsefi sorun intihardır“, der ve bu yaklaşımını, yaşamın yaşamaya değip değmediği tezi-antitezi üzerine kurar. Bunlardan, Camus’nun bir intihar savunusu olduğu sonucu çıkarılmamalı ama. O intiharı, felsefi bir sorun olarak irdeler. İnsanın kendini öldürmesi mümkün. Ama insan yaşamak durumundadır. ‘Sisypos Söylencesi’ adlı kitabında Camus, intihar ve saçma kavramları bağlamında yaşamı değerlendirir. „Hayat aslında yaşamaya değmeyecek kadar saçmadır, ancak bununla birlikte yaşamak gerekir“, der Camus.

Günümüzde de çok değişik açı ve zeminde, intihar olayı tartışılagidiyor. Tartışmalar yaşamın değeri, kişinin kendi yaşamı hakkında söz sahibi olup olmadığı, intiharın erdemli bir tutum sayılıp sayılamayacağı noktalarında yoğunlaşıyor. ‘Politik İntiharlar’ başlıklı araştırmam, ilk kez 1996’da Radikal 2’de yayımlandı. O günün somut atmosferi, bana şöyle bir giriş yaptırmıştı:

İntiharlarda, gerçekten bir artış mı var? Yoksa medyada, dönemin özelliklerinden dolayı her zamankinden daha farklı bir yansıtma mı sözkonusu?

Yanıt ne olursa olsun, sonuçta bir intihar kuşatmasında olduğumuz düşüncesine kapılmamak mümkün değil. Hastalık, aile geçimsizliği, geçim zorluğu, ticari başarısızk, duygusal ve cinsel ilişkilerde uyumsuzluk, istediğiyle evlenememe, öğrenim başarısızlığı, politik umutsuzluk ya da işlevsizlik… Muhtelif nedenlerden kaynaklanan, ama sonuçta çaresiz, kifayetsiz kalmanın, güven duygusunu sıfırlamanın yolaçtığı  intiharlar. Ancak, çaresizlikten değil, karar alıştan kaynaklanan intiharlar da biliyoruz. Burada ise intihar eden kişi, kendi bedeninde karşısındaki kişileri veya karşısındaki mekanizmayı cezalandığına inanır. Her halukârda gerek çaresiz kalarak, gerek kurtuluş  olarak ve gerekse bir protesto eylemi biçiminde gerçekleşen politik intiharlar da günümüzün sorunu olmaya devam ediyor.

Arthur Koestler, “ölmek kişiyi aşan bir ülkü uğruna olsa bile, daima kişisel ve özel bir sorundur” der. Bu minval üzere, dolaylı ya da dolaysız, içinde bulunduğu politik faaliyetle ilintili olarak intihara başvurmuş, insanları mercek altına almak istedim.

Bir protesto, bir meydan okuma eylemi olarak intihar, insanlık tarihinin çok eski dönemlerinden beri var. İnsanlar bitkin düşklerinde değil, tersine, moral değerlerinin direnci açısından ve fiziken, en güçlü oldukları anda da intihar ettiler. İlk dönem uygarlıklarında, genç ve güçlüyken ölündüüğünde ruhun hep genç ve güçlü kalacağına inanılıyordu. Bu inancın yaygın olduğu toplumlarda, intiharlar da yaygın. Kimi uygarlıklarda ise, yaşamdaki görevlerini yerine getiremeyecek kadar yaşlandı denenler, kendi isteğiyle diri diri gömülür ya da çok değişik yöntemlerle gönüllü ölümü seçerdi. Yine tarihsel bilgisine sahip olduğumuz bir başka gerçek şu: Budist rahipler, protesto intiharlarını çok yaygın olarak gerçekleştirdi. Bunu, haksızlıkları protesto etmenin geleneksel bir yöntemi haline getirdiler.

Yaşadığımız topraklarda ve dünyanın değişik bölgelerinde, 1980’lerden sonra, politik protesto intiharlarına daha sık tanık olmaya başladık. Almanya’daki neo-nazi saldıları ve ırkçı politikaları protesto eden genç kızlarımız, İngiltere’nin mültecilik uygulamasını  protesto eden gurbetçilerimiz, cezaevlerindeki siyasi tutuklu ve hükümlüler, yatıp çıkmış  siyasiler, Nevrozlarda kendilerini yakan genç Kürt kızları…

Her intihar, kişinin verili yaşamı reddedişidir. Reddediş, yaşamın altında ezilmek dolayısıyla da olabilir, sunulan yaşamın üstüne çıkmak dolayısıyla da. Her iki halde de, birincisinde güç yettiremediği için, ikincisinde benimsemediği için, intihar, verili yaşamın protesto edilmesidir. Bütün intiharları bir biçim de bu çerçevenin içinde toplamak mümkün. Farklılık, neyin protesto edilip, neyin reddedildiği noktasında. Felç olarak yaşamayı reddediş; politik görüşünü değiştirmeyi reddediş, üzerindeki baskılar ve yasakları protesto; çektirilen acıya son verme… Bu açıdan bakıldığında, politik insanların, “politik zan altında”ki insanların intiharlarını, verili yaşamda dayatılan yaptırımları red ve protesto etme kapsamında ele almakta pek de zorlanmayız.

Gözaltı turnikesine takılanlar

Bulundukları alan ve süreç açısından, çeşitli ayrıştırmalara gidilebilir: Gözaltında, cezaevinde, dışarda intihar edenler… Politik sığınmacılar, ayrı bir grup olarak ele alınabilir.

Gözaltındayken “intihar etti” denilen insanların akibeti, çoğunlukla kuşkuyla karşılandı ve karanlıkta kaldı. “İntihar süsü verilerek” öldürüldüğünde güçlü kanıtlar bulunanların sayısı kabarık. Bu insanların gözaltındayken intihar ettiği, sadece “karşı taraf’’ın iddiası. Böyle yüzlerce örnek sıralamak, ne yazık ki çok kolay. 

Çok ayrı tarihsel dönemlerden örnekler: 27 Mayıs müdahalesi yapıldığında iş başında olan Aydın Menderes hükümetinin İçişleri Bakanı Namık Gedik, 1950’den beri Aydın milletvekili olarak Meclis’teydi. Tıp fakültesi mezunu olan ve bir süre iç hastalıklar uzman olarak çalışan Gedik, müdahale sırasında Ankara’da gözaltına alındı. Harp Okulu’na götürülen Namık Gedik, pencereden atlayarak intihar etti. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ekolünden ve sağlık sektöründe faaliyet gösteren bir sağlıkçı olan Hıdır Altınay. 1971’de gözaltına alındı. O da resmi açıklamaya göre, Ankara Emniyet Sarayı’nın 10. kat penceresinden atlayarak intihar etti. Arkadaşları ve ailesi, Altınay’ın işkence edilerek öldürüldüğü, intihar süsü verildiğini açıklayacaktı. Temmuz 1996’da, Gültepe Karakolu’nu bastığı söylenen dört kişinin bulunduğu sırada, Hanım Gül’ün evine bir baskın düzenlendi. Baskında dört kişi öldürüldü. Hanım Gül, ikinci kattan atladı ve yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Felçli eşi Yusuf Gül, çocukları ve damadı gözaltındayken, Hanım Gül Taksim İlkyardım Hastanesi’nin penceresinden atlayarak yaşamına son verdi…

Bunlar, gözaltındayken meydana geldiği söylenen ihtiharlardan. Gözaltı bir sorgulama sürecidir. Kişi, çok değişik zorlamalar, baskılar ve işkence tehtidi altındadır.

Türkiye’deki ceza ve infaz kurumlarının bilinen koşulları, bir koruma tedbiri olan ‘tutuklanma’nın ‘fiili ceza’ durumunu alması, hapse atılan bireyin yapısında onarılmaz bozukluklar yaratıyor. Hele ki 12 Eylül’den sonra, askeri tutukevlerinde uygulanan kurallar ve fiili durumlar, kimi insanları içerde intahara sürükledi. Kiminin ise, yakasını çıktıktan sonra da bırakmadı ve hapiste ertelenmiş intiharı, ”özgür günler”inde karşısına bir seçenek olarak çıkardı.

12 Eylül’den önce tutuklanan ve 12 Eylül darbesi yapıldığında Davutpaşa Cezaevi’nde bulunan İrfan Çelik, Devrimci Halkın Birliği’nin liderlerinden biri olarak yargılanıyordu. Askerlerin ülkede yönetimi ele alması, cezaevinde de yeniden sorgulama sürecine vesile oldu. Defalarca yeniden sorguya alınan İrfan Çelik, bu sürece herkesten farklı bir biçimde, Eylül 1980’de dur dedi. Davutpaşa Cezaevi’nin “Alt 6. Koğuşunda, kendini astı. İstanbul cezaevlerinde, 12 Eylül’den sonraki dönemin ilk politik intiharı olarak hafızalara yerleşti.

Dönemin ikinci politik intiharı, Metris Cezaevi’nde yaşandı. Aynı ailenin ikinci tutuklu çocuğu olan Hakkı Hocaoğlu, 1982’de bir gece yarısı, tuvaletle banyo arasındaki kirişe astı kendini. Diyarbakır Cezaevi’nde 1984’te Yılmaz Demir, 1986’da ise Suphi Çevirici, tercihini dayatılan yaşama karşı kullandı.

Kenan Özcan, Fatsa davası sanıklarından biri olarak, 1979 yılı Aralık ayında tutuklandı. 20 Ekim 1985’te, Amasya Cezaevi’nde intihar ettiğinde, bu herkes için sürpriz oldu. Arkadaşları ölümünden sonra Kenan Özcan’ın ailesine yazdıkları mektupta, “Yaşam dolu, sevgi ile bezenmiş birinin kabaran duygularını nasıl bastırdığını  bilemiyoruz. Sabah hücremizden onun öldüğünü duyduğumuzda, hiçbir arkadaşımız inanamadı’’, diyordu. Kenan Özcan, küçük kardeşi Can’a yazdığı mektupta, şöyle diyordu: “Bu türden meselelere kafanı takarak, ‘bazan ölmek bile istiyorum’ gibi saçma sapan sözcükler üzerinde durmanın faydası yok. Eğer insan kendi canına kıyarak, herhangi bir olumsuzluğun ortadan kalkabileceğine inanmış olsaydı, bugüne kadar binlerce kez yakalamış olurduk mutluluşu… Bir anlık duyguların esiri olarak hareket edemezsin…”

Sergey Aleksandroviç Yesenin, 1926’da bileğini kesip kanıyla bir veda şiiri yazarak öldüğünde, en sert tepkiyi Vladimir Mayakovsky’den gördü: “Bu dünyada zor değil ölmek/Asıl iş yaşayabilmek.” Beş yıl sonra, Mayakovsky, intiharı kimseye salık vermediği notunu yazmış yazmasına ama, kurşunu da yüreğine sıkmıştı.

Benzer bir olay, 12 Mart döneminde, Can İren ile Rasih Güran arasında yaşandı. Wittgenstein, onca lafı boşuna etmiş sayılabilir mi? “Düşünülebilir olan olanaklıdır da…” 13 Kasım 1990’da Bartın Cezaevi’nde kendini asan Azmi Pat’ın, intiharı kaç kere aklına getirip getirip kovduğunu kim bilebilir örneğin. İsteyen, Nazım Hikmet’e başvurabilir. Zira, Benerci’nin kendini neden öldürdüğünü bir kez daha anımsamakta fayda var. İnanmadıklarını yapmak istemeyen, ama inandıklarını da yapacak güç ve konumda olmayan bir lider, ya da bir militan, verili yaşamla nasıl barışık olabilir? Başkalarına huzur beşikleri vaaddetmesine, umut aşılamasına bakmayın. En hamasileri bile, herkes gibi, boynunu bulduğu an geçirebilmek için ilmiğini yanında taşır.

İçerde, dışarda ‘insan yangınları’
 
Bireyin kişiliğine yönelik çok yönlü değtirme çabası da, birçok insan için ölümü tercih haline getirdi. Diyarbakır Cezaevi’nin 33. Koğuşunda tecrit edilmiş olarak tutulan Mazlum Doğan, 21 Mart 1982’de, önce uzun bir bildiri yazdı, sonra sayılı kibrit çöplerini birer birer çaktı ve kendini tutuşturdu. Aynı cezaevinde bulunan Ferhat Kutay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin ve Necmi Öner, idarenin cezaevinin duvarlarına resmi sloganlar yazılması için verdiği boya ve tineri, 18 Mayıs gecesi üzerlerine dökerek, kendilerini yaktılar. Geride, eylem gerekçelerinin sıralandığı uzun bir bildiri bıraktılar.

Sağmalcılar Cezaevi’nde 1993’ten beri tutuklu olan Vedat Aydemir ile 1994’te tutuklanan Hamdullah Şengüner, 28 Eylül günü, Diyarbakır Cezaevi’ndeki olayları protesto etmek için kendini yakarak intihar etti. 

Cezaevlerindeki protesto intiharlarından başka, dışarda da 21 Martlar, yani Nevrozlar politik intiharlara sahne oldu. Zekine Alkan, İzmir’den Diyarbakır’a gelmiş, tıp okuyordu. 1990 Nevrozunda, Mardinkapı’daki Deliler Hanı önünde, kendini yaktı. Dicle Üniversitesi Hastanesi’ne kaldırıldı. Henüz bilinci yerindeyken, son sözü şu oldu: “Bu da bir tercih sorunu.”

Henüz 17 yaşındaki Rahşan Demirel, iki yıl sonraki Nevroz gecesi, aynı eylemi, İzmir Kadifekale’de gerçekleştirdi. Son günlerinde yakın evresine, ”öyle bir şey yapacağım ki herkes şaşıracak” demişti. Nevrozda “insan yangınları, 1994’te Almanya’ya taştı. Almanya’nın Kürtlere yönelik politikasını protesto etmek için, Ronahi ve Berivan adlı iki genç kendini yaktı. Sonraki yılın ilk haftası içinde, 18 yaşındaki Musa Aydın, Buca’nın Gediz semtinde bedenini tutuşturdu.

Cezaevinden çıkmakla, orada edinilen tahribatlar hemen bertaraf edilemiyor. Öte yandan, kiminde yeniden alınma kuşku ve tedirginliği, yaşama damgasını vuruyor. Günün birinde, kuşku duymakta ve tedirgin olmakta hiç de haksız olmadığını görünce, karşı taraf için ceza çektirmek, kendisi içinse ceza çekmekle eşitlenen yaşamı reddediyor.

Opera Sarayı yangınında parmağı olduğu iddiasıyla yazar Suat Derviş Baraner, defalarca gözaltına alındıktan sonra hayatını  kaybetti. Benzer muameleler gören Hasan Ali Ediz, kalp krizi geçirip öldü. Gözaltı ve yargılanma sürecinden hemen sonra kalp krizi geçirenlerden biri de Sabahattin Rahmi Eyüboğlu. Tarihçi Prof. Mustafa Akdağ, kalp krizine, 141. maddeyi ihlalden yargılandığının ertesi gün yakalandı. Behice Boran’ın kocası Nevzat Hatko, felç oldu…

”İçimize asit döktüler” diyerek genç yaşta intihar eden şair Can İren, fikir adamı ve çevirmen Rasih Güran’ın yakındaydı. Rasih Güran, İren’in ardından bir yazı yazdı ve ölümün çare olmadığını söyledi. “Yaşamın anlamsız, saçmalıklarını durmadan yaşayan ve yazan, öte yandan salonlarda ve içki sofralarında bunalım felsefeleriyle çevrelerini kırıp geçiren aydınlar geliyor aklıma. Can’ın ölümünden sonra onları başka türlü görüyorum; daha komik, daha bayağı, daha zavallı’’, dedi. Ya sonra?.. Sonrasını, Rasih Nuri İleri’den dinleyelim: “Rasih Güran, dostların gayet iyi bildiği etkiler karşısında, kalbinde Sinan Cemgil’in acısı, pencereden atlayıp intihar etmiştir.” Güran prostattı ama o hastalığının kanser olduğuna inanmıştı. Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde ameliyat oldu. Adnan Cemgil’in deyimiyle “iyileşti’’. Hastaneden olumlu rapor çıktı. Ama Rasih Güran, kendini pencereden boşluğa doğru fırlattı. Adnan Cemgil, Güran’ın intiharın sebebi olarak sağlık sorununu gösteriyor.

Elazığlı Ağa Doğan, ilk kez 1979’da tutuklandı. Sekiz ay yattı ve beraat etti. Ancak, yaşamı ”aklanmış  biri” olarak sürdüremedi. En küçük bir olayda, kapısı çalınıp durdu. Yeniden tutuklanma korkusu vardı, tedirgindi. İkinci kez gözaltına alındı. Ailesi, uğradığı  baskılardan onu sorumlu tuttu. Kimi tanıdıkların kendisi yüzünden tutuklanması da onu bir vicdan muhasebesinin girdabına çekti ve Ağa Doğan, 1981 Aralık’ında köyündeki boş bir evde, kendini cereyana bağlayarak yaşamına son verdi.

Urfalı Cahide Karakaş ise, İstanbul’da ailesiyle yaşarken 1980’de gözaltına alınarak, Urfa’ya götürüldü. Tutuklanarak Diyarbakır Cezaevi’ne kondu. Davası sürerken tahliye oldu. İstanbul’a döndü ve Karaköy Yeraltı Çarşısı’ndaki Murat Pastanesi’nde çalışmaya başladı. Yargılama sonunda, altı yıla mahkum edildi ve hakkında tutuklanma kararı çıktı. Cahide Karakaş, annesi-babası evdeyken, gündüz gözüyle, arka odaya geçip tavandan sarktığı ipi boynuna geçirdi.

Ümraniye “1 Mayıs Mahallesi”nde, yıkım işlemlerini yürüten görevlilere karşı direnişte bulunduğu için, 1980’de stanbul’da tutuklanan Gıyasettin Yörük, uzun bir hapislikten sonra tahliye oldu. Ümraniye Güven Sitesi’nde bir atölye açtı, SODEP Üsküdar ilçe örgütünün en faal elemanı olarak çalıştı. Ne gördüğü baskılardan onu sorumlu tutan bir ailesi, ne verdiği ifade yüzünden tutuklanan yakınları vardı. Ama onu da girdabına alan, kız kardeşlerinden birinin evliliği üzerinden, yine “aile içi geçimsizlik” oldu. Kız kardeşinin MHP’li biriyle evlenmesine büyük tepki gösterdi. Kız kardeş, Gıyasettin Yörük’ün kendisine tacizde bulunduğu iddiasıyla, savcılığa başvurdu. Aranır duruma düşen abi Yörük, bir gece atölyesine geldi ve kafasını prese sokup hareket düğmesine bastı. Şu kısa notu bıraktı: ’’Suçsuz yere beni ölüme sürükleyenler utansın. Utanılacak bir şey yapmadım.’’

Almanya’da, 1980’lerden sonra, bir açıdan tarih adeta tekerrür etti. Almanya Başbakanı  Helmut Kolh’ün 1982’de yaptığı ve televizyonda da yayımlanan bir konuşması  oldu. “Almanya’da yaşayan Türkler’in sayısı çok yüksektir, düşürülmesi gerekmektedir” dedi. Bundan bir süre sonra, neo-naziler Türkiyelilere şöyle laf atmaya başladı: ”Türkler yağlıdır iyi sabun olur. Yahudilerden sabun karamadık, Türklerden çıkarabiliriz.” Henüz iktidar değillerdi, kampları ve fırınları da yoktu. İşe, insanları dövmek, yaralamak, evleri kundaklamak ve içindekileri canlı canlı yakmakla başladılar. Neo-naziler, ilk olarak 16 Ekim 1986’de insanları yakmaya başladı. Altı Türkiyeli yaşamını yitirdi. Ancak, çok daha önce, 26 Mayıs 1982’de Semra Erdem adlı genç kız, Almanya’da yükselen ırkçılığın varacağı boyutlara dikkat çekmek için, kendini yakarak intihar etti.

Tarih haksızlıklar ve trajedilerle dolu. Anadolu, bu gerçekten ziyadesiyle payını aldı. Acısını, hep birlikte ve hâlâ çekiyoruz. Her gün, büyük ve bitmeyen çatımaların arasında kalan bireylerin trajedilerine de tanık oluyoruz. Türkiye’deki Ermeniler, iki arada bir derede ya da gitmekle kalmak arasında kalmış bir kitle. Kesin olan ise şu: Kalanlar, her şeye rağmen Türkiye’yi bırakamayanlar! Anımsanacaktır, ASALA’nın eylemlerinin yoğunlaştığı yıllarda, birçok çevrenin tepkisi içimizdeki Ermenilere de değişik biçimlerde yöneldi. Böyle bir ortamda, gitmenin de kalmanın da anlamını kaybettiği bir noktada, Artin Penik adlı Ermeni vatandaş, 15 Ağustos 1982 günü, Taksim Meydan’ında kendini yaktı.

Zamanında, Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi, İngiltere’de de her gün Doğu Almanya’dan Batı Almanya’ya kaçan insanlar alkışlanır, politikacılar bu insanları ‘özgürlüğüne koşanlar” olarak tanımlar dururdu. Ancak sözkonusu Türkiye ve benzeri ülkelerden Avrupa’ya koşanlar olunca, tanımlar ve tavırlar temelden değşiverirdi. Şıho İyigüven, 1963 Maraş doğumluydu. Evli, iki çocuk babası ve 1989’dan beri Londra’da politik sığınmacıydı. Sığınma talebi kabul edilmedi. Tutuklanıp, Londra’daki Glocester Cezaevi’ne kondu. Tam bu sıralarda, İngiltere İçişleri Bakanı, onun da içinde bulunduğu 25 kişinin iade edileceğini açıkladı. Eylül ayında, Heathrow Havaalanı’nın yanında bulanan ve ilticacıların ”son durak” dediği Harmondsworth gözaltı merkezine gönderilen İyigüven, beş aylık trajediden sonra, 5 Ekim günü kendini bulunduğu hücrede ateşe verdi.

Turan Peköz, 43 yaşında ve Londra’da bir sığınmacı. Politik sığınma talep ettiği için, uzun zaman Türkiye’ye dönemedi, burada kalan ailesini de yanına götüremedi. 12 Mart 1991 günü, görüşme için Göçmen Bürosu’na çağrıldı. İngiliz yönetici Nigel Lamond, ona oturmasını söyledi. Peköz oturmadı. Cebinden çıkardığı sıvıyı üzerine döküp, bedenini ateşledi. Orada bulunanlardan onun dilinden anlayan tek kişi Seda Kervanoğlu’ydu. İlgili mahkemede, tanık oldukları ve duyduklarını anlattı: ”… ‘Ne biçim insan hakları bu, dünyaya göstereceğim’, diye bağıyordu yanarken…”

Türkiye’den sığınanlara Avrupa ülkeleri böyle yapıyor da, Türkiye kendine sığınanlara ne yapıyordu? Ümit Julan, 17 yaşında İranlı bir göçmendi. Ailesiyle birlikte Türkiye’ye sığındı. 1994 Martında, oturduğu Amasra’da imza atmaya gittiğinde, polis tarafından gözaltına alındı. Julan, bir hafta içinde İran’a iade edildi. Baba Cafer Julan, oğllundan hiçbir haber alamadı. Ümit Julan’ın iade edilişinden beş yıl kadar önce, 20 bin kişinin idam edildiği İran’da oğlunun akibetini öğrenmek isteyen baba Julan, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne yaptığı  yardım başvurularından sonuç alamayınca, kurumun binas önünde kendini yaktı.

Ateş, ilmik, kurşun, kesici aletler, atlanacak pencereler, uçurumlar, denizler… Kendine kıymanın aletleri, mekânları ve yöntemleri bunlar. Değişmeyen gerçek şu: Herkes ilmiğini yanında taşıyor ve ilmiğin ne olacağını ise, kısacık bir somut an belirliyor.