ÇİMEN GÜNAY ERKOL / t24.com.tr, 15 Ağustos 2016
Türkiye seçilmiş hükümetlerin askerî güçle engellenmesine ilk olarak 1960’da tanık oldu. 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen ilk askerî darbe, on yıllık Demokrat Parti iktidarını sonlandırdı. Bunu izleyen yirmi yıllık dönemde üç darbe ve üç başarısız darbe teşebbüsü daha gerçekleşti. Önce yeni bir cunta 22 Şubat 1962’de ve 20 Mayıs 1963’te darbe yapmaya teşebbüs etti. 1962’de ordudan uzaklaştırılan, emekli edilen kadroların ikinci denemesi, ilkinin ulaştığı desteğe ulaşamadan bastırıldı ve cuntanın liderleri idam edildi. Yeni bir teşebbüs planlayan bir diğer cunta 9 Mart 1971’de deşifre olduğu için amacına ulaşamadı; ancak 12 Mart 1971’de bir darbe daha gerçekleşti. 1971’de askerin açıkladığı memorandum ile kapalı kapılar ardından yön verdiği siyaset, 12 Eylül 1980’de tankların sokaklarda yürütüldüğü bir atmosferde bir kez daha kesintiye uğradı. 28 Şubat 1997’de bu listeye post-modern darbe ve 27 Nisan 2007’de bir de e-muhtıra eklendi. 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen en son darbe girişimi nedeniyle bu müdahaleler tarihi bugün yeniden gündemimizde.
Askerî darbelerin ardından yazılan kurmaca tanıklıklar incelenecek olursa, edebiyatın darbe travmasını farklı boyutlarıyla “konuşulabilir” kıldığı görülür. Yazarlar yabancılaşma, şüphe, bunaltı gibi dramatik unsurlara yer vererek kişisel deneyimlerle toplumsal kutuplaşmaları iç içe geçirir, kayıplara ağıtlar yakar, belli konularda özeleştiri yapar ve yer yer tarih ötesi bir sistem eleştirisinde bulunurlar. Bu romanların kimi “dönem romanı”dır; bazı yazarlar gerçek kişilere ve olaylara dayanarak tarihsel bir portre sunmaya ve bu portrede kimi duruş ve düşünüş şekillerini desteklemeye çalışırlar. Bazı yazarlar ise belgesel tarzına mesafeli durur ve darbenin etkilerini, darbeye ilişkin hiçbir tarihsel kişi ya da olayı anmadan, soyut bir dille aktarır. Tanıklık romanlarının bazıları kendileri de darbe süreçlerinde fiziksel şiddet, işkence veya kötü muamele görmüş, hapishanede yatmış ve travmatik deneyimler geçirmiş kişiler tarafından yazılmıştır. Bu birincil tanıklıkların yanı sıra, kurgusal anlatılar üzerinde yükselen ve dramatik etkisini gerçeklikle kurduğu bağdan ziyade estetik çabasıyla yaratan tanıklıklar da bulunmaktadır.
Türkçe edebiyatta askerî darbelerin ardından yazılan kurmaca tanıklıklar dönemlere göre farklılıklar göstermektedir. Her darbenin ardından aynı yoğunlukta bir yazınsal üretim gerçekleşmez. Örneğin, 27 Mayıs, 1960’larda kuvvetli bir tanıklık edebiyatı üretmez. 27 Mayıs romanları diyebileceğimiz romanların ilk örnekleri ancak 12 Mart darbesi gerçekleştikten sonra, 1970’li yıllarda yazılır. 12 Mart ve 12 Eylül, her ikisi de bir ölçüde kendi edebiyatlarını yaratmış tarihsel dönemeçler olarak askerî darbenin hemen ertesinde edebiyatta çarpıcı bir şekilde boy gösterir ve çeşitli tanıklık konumları sunar. Her iki askerî darbe de, üzerinden uzun yıllar geçmesine karşın, darbenin mağduru olmamış, fiziksel bir tanıklık vasfı taşımayan, o yıllarda belki de o dönemi hatırlayamayacak kadar genç olan nesiller tarafından da benimsenen yazınsal birer motife dönüşür. 28 Şubat, 12 Mart ve 12 Eylül’e kıyasla daha az sayıda romana ilham verir. 1960’larda yazılmayan 27 Mayıs’a tanıklık anlatıları, çeşitli dönemleri tarihsel geri dönüşlerle yeniden canlandırmanın popülerleşmesiyle ve tarihsel romanlara olan ilginin artmasıyla birlikte, ikincil ve üçüncül tanıklıklara dayalı olarak 1990 sonrasında yazılır.
……………………..
12 Eylül Romanları
Darbe koşullarını ODTÜ öğrencisi olarak yaşayan ve eğitimine ara vermek zorunda kalan Halil Genç, Koyabilmek Adını (1988) romanında kendi deneyimlerinden yola çıkarak dönemin koşullarını ve işkenceyi yazar.
12 Eylül’de hapishanede uzun süre kalan gazeteci Hüseyin Şimşek, Ayrımı Bol Bir Yol ’da (1988) 12 Eylül koşullarındaki hapishanelerdeki açlık grevlerine odaklanır. Şimşek’in 1991’de yayımlanan ikinci romanı Eylül Şifresi ’nde romanın başkarakteri Selim’in burjuva hayata uyum sağlamakla, devrimci yoldaşlıkla örülü bir özel hayatı seçmek arasında yapmaya çalıştığı seçim, Meral ve Aygül arasındaki kararsızlığında simgeleşir.
Kaan Arsanoğlu, 1992’de yayımladığı Çağrısız Hayalim’de, Ercan, Esma ve Ayhan arasında devrimci geçmişlerine dayalı arkadaşlığın, işkence ve kötü muamele sonucu ruhsal dengesizliklere sürüklenmesini ve parçalanmasını ele alır.
Mehmet Eroğlu, Yürek Sürgünü’nde (1994) yaşadıkları tüm sıkıntılara rağmen devrimcilerin ideallerinde diretmelerini, 1968’de Filistin’de savaşan ve Türkiye’ye döndüğünde kendisini onu anlamayan ve desteklemeyen kişilerle çevrili bulan Kadir Solak üzerinden anlatır. Benzer bir direnme/ dönüşme problematiği, Arslanoğlu’nun 1995’te yayımladığı Kişilikler’de de bulunmaktadır: bu romanda da eylemci geçmişe sahip kimi devrimcilerin bu geçmişten sıyrılıp apolitik kişilere dönüşmeleri konu edilir. Arslanoğlu’nun 1990’lar boyunca yazdığı diğer bazı romanlarda da 12 Eylül dönemine tanıklık yer alır. M. Naci Bostancı’nın televizyondan okunan tutuklama kararlarında adını duyan ülkücü bir hukuk öğrencisinin çevresini saran şiddet ve idealleri arasında bocalamasını anlattığı Seksenler: Işığın Gölgesi 1996’da yayımlanır.
……………………………..
Yazının tamamı için bakınız: t24.com.tr