Geçtiğimiz Temmuz ayının son haftası içinde The Economist dergisi, “Avrupa’nın en yaşanabilir şehirler listesi”ni yayınladı. Listede, savaştaki Ukrayna’nın başkenti Kiev son, İstanbul ise sondan ikinci sırada yer aldı. Farklı bir deyişle, “en az yaşanabilir şehir” listesi olarak düşünüldüğünde Kiev ilk, İstanbul ikinci sırada. Ben, 1975’te büyük hayallerle ayak bastım İstanbul’a. 1998’de yıkılmış hayallerle terk etmek zorunda kaldım. Aradan geçen uzun yıllara rağmen, benim için o yıllar önceki “cazibesini kaybetmiş hal”inde pek bir değişiklik yok. Uzak-yakın akrabalarım, tanıdıklarım, arkadaşlarımın ezici çoğunluğu o kentte hâlâ. Yoksa, Türkiye’ye gelişlerimde bu kente hiç uğramadan doğduğum topraklara ya da daha mütevazi başka kentlere, kasabalara yol alırım direk.
Sayısız yüze sahip olmakta dünyadaki şehirlerin ilk sıralarında yer alan İstanbul’daki son yıllarımı, bedenimi sarıp sarmalayan bir bitkinlik, ruhumu sıkıp duran bir bezginlik içinde geçirdim.[1] Çalıştığım yayın organlarına yönelik sansür, toplatma, yasaklama uygulamalarının ardı arkası kesilmiyordu. Ocak 1987’de severek, büyük bir heyecanla atıldığım gazetecilik mesleği olanca parıltılarını -öyle adım adım da değil- hızla kaybetmişti.
Uzunca bir işsizlik döneminden sonra, 1997’de üyük bir yayınevinde editör olarak işe başlamıştım. Çok iyi bir maaşım vardı. Asgari ücret 75 milyon, benim işe başlama maaşım 400 milyondu. Ama iş ve işe gidiş-geliş dışında yaşamaya zamanım kalmıyordu. 1987’den beridir her ilçesi, semti, mahallesi, meydanı, caddesi, sokağına genç bir muhabir olarak dadanmak için can attığım yıllar geride kalmıştı. Yazıişleri toplantılarında gündeme alınan birçok “İstanbul dışı haber”e talip olarak, daha önce ayak basmadığım yeni kentlere doğru yola koyulmanın heyecanını yaşayan ben değildim sanki!
Önemli bir sıkıntım da Türkiye’de gazetecilik mesleğine yönelik -akıllara ziyan- geleneksel bir yaklaşım tarzıydı: Bu alandaki beşinci yılınızı geride bırakmanıza rağmen hâlâ muhabir olarak koşturuyorsanız, kafası iyi çalışmayan, beceriksiz biri sayılırsınız! Yıllar sonra Avrupa’da yaşını başını almış adamların, kadınların muhabir olarak çalışmaya devam edişlerini, bu uğraşlarıyla emekliye ayrılışlarını gördükçe, saçımı başımı yolasım geldi. Çünkü, 1987’de muhabirliğe başlamış bendeniz, çok değil 90’lardan itibaren bir şekilde -ama istemeye istemeye- büroda, masa başında, yöneticilik yapar bulmuştum kendimi. Yöneticiliğin yanı sıra sokağa çıkma girişimlerim olmadı değil, ama hemen hepsi kadük kaldı.
Sokaktan alıkonan bir gazeteci olmak ile hayatımın elimden kayıp gidişi arasındaki paralelliği, çok daha net görebiliyorum şimdi. İstanbul için “bu benim kentim değil” demeye, “gidelim buradan” temalı yazılar yazmaya başlamıştım. Gitmek istediğim yer, başka bir ülke falan değildi; Türkiye’nin başka bir bölgesi, kenti, kasabası, belki köyü! Böyle bir arayışımın estirdiği iyimserlik havasını, çok uzun aralıklarla ama kısacık anlarla sınırlı yaşıyordum. Aslında o yaşıma kadar çokça huzursuzluklar, sıkıntılar yaşamıştım. Ama kapıdaki bambaşka, yepyeni bir huzursuzluktu.
Büyük hayallerle kapağı attığımı düşündüğüm kent, dünyanın en devasa maskeli balolarından birinin organize edildiği yerleşimlerden biriymiş meğer. Dünyanın diğer büyük kentlerinden daha beter oranlarda “kırk haramiler” sofrasına çevrilmiş haliyle, o sofrada kendine yer bulamayan milyonlarca sakininin ezici çoğunluğunu ahtapot gibi sarmalamıştı. Ben, hayallerimin kentine artık kesinlikle ilişemez olmuştum. Gelip geçen sakinlerinin beni, benim de onları gördüğüm ve duyduğum yoktu. O kentte süren yaşamımı “çekilebilir bir oyun”a dönüştürme isteğim ve becerim yoktu.
Bütün bunları, tekelci sermayenin ana merkezi, kozmik odası İstanbul’da yaşadım. Milyonlarca başkaları gibi. Orada yaşıyorsanız, hayatınızın akışını o devasa şehirde olmanın gereklerine uydurmaya direnemezsiniz. Eğer, o şehri bir “kurtlar sofrası”na çevirmiş kurtlardan biri değilseniz! O kentin muktedirlerinden değilseniz, orada nasıl bir hayat yaşayacağınızı, sizden çok İstanbul’da dönen devasa çark belirler. Ezici çoğunluğun yapabildiği şey, arada bir makas değiştirmektir. Bu bahiste, İstanbul’un eline su dökecek başka bir metropol sadece Türkiye’nin değil, dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur. Hayatını idame etmek için ter döküp nefes nefese kalarak çalışıp çabalamak, yoksunluğun her türlüsünden yakasını kurtarmaya yetmez orada. “Hayatını idame etmek” artık öyle bir raddede gerçekleşir ki alt sınıfları oluşturan milyonlarca sakin, sürdürdüğünün aslında gerçek anlamda bir “hayat” olmadığını bilir. Her gün işe gidip gelirken bir minibüs ya da belediye otobüsünün en arka koltuğuna ilişmiş, hiç de ona ait değilmiş gibi uzaktan izlemekle yetindiği bir hayat! Öndekiler ortadakiler, kadınlar erkekler, yerliler yabancılar, gençler yaşlılar… Kanıt mı? Çok! Ama sadece İstanbul’un sokak tartıcılarını gözünüzün önüne getirin yeter.
Galata Köprüsü’nden Beyoğlu’nun arka sokaklarına, Sultançiftliği ve Laleli’den Aksaray’a, Murat Paşa Camii’nin önünden İncirli Kavşağı’ndaki otobüs duraklarından Avcılar’daki Hacışerif üst geçidine; Gebze-Osmangazi tren istasyonundan Sarıgazi’ye, Adalar’dan Kadıköy ve Üsküdar iskele meydanlarına… İstanbul’un bütün işlek kaldırımları, üst ve alt geçitleri ve meydanlarının her on adımında bir yaşlı tartıcı! Darphane, Arçelik, Fenişleri, Cibali’den emekli olanları da emekli olma şansı bulamayanları da, sonuçta geçim sıkıntısı çeken ailelerin yaşlıları, koltuklarında mini tartı aletleriyle bu kentin yoksul yüzünün teşhir edildiği uçsuz bucaksız bir vitrinin nesneleri.
Her birinin hayatı, İstanbul’un o sayılamayacak kadar çok yüzlerinden birinde, bir renk zerresi sadece.
[1] Bu yazı, Ocak 1996’da İstanbul’da çıkarmaya başladığımız aylık Maskesiz dergisinin ilk sayısında yer aldı. Yeniden düzenleyerek, kısaltarak ve girişine birkaç cümle güncel bilgi ekleyerek paylaşıyorum.