RESMİYE ASLAN / Öneri gazetesi, 2 Şubat 2019
Bugünü anlamak ve doğru analiz etmenin yolu geçmişi bilmekten geçiyor. Geçmişi bilmek için resmî tarihi bilmekle birlikte, dönemine en iyi tanıklık eden sanat ve edebiyatın da bilinmesi gerekli. Sanat ve edebiyat eserleri, tarihin en iyi tanıklarıdır. Tarihi olaylar, tek tek bireylerin yaşamını belirlediği gibi geleceklerini de yönlendiriyor. Sanat ve edebiyat da burada devreye giriyor ve bireylerin tarihinden esinleniyor.Bireysel yaşamlar, görsel ve yazınsal olarak belleklerde yer ediyor. Yazar Hüseyin A. Şimşek’in Kızılötesini İsteyen Kız adlı romanı, bu çerçevede okunması gereken romanlardan biri olarak karşıma çıktı. Roman, Türkiye’de dinin siyasallaştırılarak egemen kılınması ve bireylerin yaşam tarzını değişime zorlaması sürecininin başlangıcını, genç bir grup kızın yatılı okul yaşamı etrafında dönen olaylar üzerinden anlatılıyor. Şimşek, 2018 yılı içinde Almanca ilk, Türkçe ikinci baskısı yayımlanan Kızılötesini İsteyen Kız romanıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.
Toter Winkel’in düzenli okurları seni yakından tanıyor. Yeni okurlar için kendinden söz eder misin kısaca?
Hüseyin A. Şimşek: Erzincan’ın Tercan ilçesine bağlı küçük bir mezrede (Yavanenci) 1962’de dünyaya geldim. Mezremizde okul yoktu. Ata köyümüz olan Güzbulak’taki yakın akrabalarımızın yanına gönderildim okul için. Dördüncü sınıfa başlayacağım 1972 güz başında, ilçe merkezinde bir yatılı okul açıldı. Dördüncü sınıftan ortaokul sona kadar, yatılı okudum. Orta bölüme başladığım 1974 sonbaharında, ailem İstanbul’a taşındı. Beni yatılıdan almak istemediler, orada daha iyi okuyacağımı söylüyorlardı. Ailem İstanbul’da yaşarken, ilk üç yıl yaz tatiline geldim ben. Ortaokul bitti, yatılı öğretmen okulu sınavını kazandım, ama bizimkilerden gizledim bunu. Böylece ben de temelli olarak İstanbul’a yerleştim, Tuzla Lisesi’ne devam ettim, 1980‘de mezun oldum. 12 Eylül darbesinden sonra, 23 Mart 1981‘de gözaltına alınıp tutuklandım. Beş yıla yakın, Metris Cezaevi‘nde kaldım.
Profesyonel gazeteciliğe Ocak 1987’de, “alaylı” olarak başladım. 1998‘e kadar çok sayıda haftalık ve aylık dergi, günlük gazete, radyo ve yayınevlerinde çalıştım. Haber ve yazılarımla ilgili açılan davalardan dolayı, 2 Mayıs 1998‘de Avusturya‘ya yerleştim. Viyana merkezli aylık haber dergilerinde, Avrupa bazlı günlük bir gazetede çalıştım. Yol Tv’de haber programları ve belgesel hazırlayıp sundum. Son üç-dört yıldır internet yayınlarında sürüyor gazetecilik. 1 Ekim 2018’den beridir toterwinkel.at’deyim. İlk romanım, gazeteciliğimin sekizinci ayında (Ağustos 1987’de) yayınlandı. Bugüne kadar (dört roman, dört araştırma, üç şiir olmak üzere) 11 kitabım basıldı. İlk üç romanımın ikinci baskıları yapıldı. Birer tane şiir, roman ve araştırma kitabım, Almanca da yayınlandı.
1994’de ilk baskısı “Kızılötesini İstiyorum” adıyla yayınlanan üçüncü romanın, 2018’deki ikinci baskısı “Kızılötesi Rengini İsteyen Kız” adıyla yapıldı. Romanın adı neden değişti?
İlk altı kitabım, 1987-95 yılları arasında yayınlandı. Yani sekiz yılda altı kitap. Sonra, altı yıl gibi uzun bir ara var. Geçinmek için en az iki, bazen üç ayrı gazetecilik alanında çalışmaya başladığım, kimi zaman da işsiz kaldığım yıllar. 1998’de Viyana’ya yerleştiğimde, elimde bitmiş bir kitap dosyası falan yoktu. Yeni dönem Viyana’da, 2001’de bir şiir kitabıyla başladı. Ancak, ilk dönemdeki gibi hızlı gitmiyordu kitap yazma ve yayınlama işi. Yeni dönemin ikinci kitabı, ancak 2005 yılında çıkabildi. “Bu Nasıl İstanbul” adlı romandı bu. 1987-95 yılları arasındaki dönemi, acemilik dönemim olarak görüyorum. O acemilik, o dönemde çıkan kitaplarda, birçok açıdan görülebiliyordu. Dolayısıyla, ben özellikle de ilk döneme ait kitaplarımın yeni baskılarını; imla, gramatik, üslup, roman kurgusu, tekniği açısından redakte ve revize edilmesi hasebiyle önemsiyorum. Bir kere yayınlandı diye, yanlışları ve eksikleri olan kitaplar, neden “sonradan düzeltilebilecek işler”in kapsamı dışında tutulsun ki? Kitapların ismindeki slogan ya da şiirsellik merakı da o ilk dönemin acemiliklerinden. Kitabın adı, içeriğinden bağımsız olarak şık duruyor, bir şiirin mısralarından biri gibi. Ama, kapağında yer aldığı kitabın, romanın konusunu en azından çağrıştırmaktan bile uzak. Hem “Ayrımı Bol Bir Yol”, hem de “Kızılötesini İstiyorum” isimleri aşırı derecede soyut kalıyordu. Bu yüzden, yeni baskılarda dönüşüme uğradılar. İlki “Ayrımı Bol Bir Yoldu Metris”, öteki “Kızılötesi Rengini İsteyen Kız” oldu. Mesela, yine ikinci baskısı yapılan “Eylül Şifresi” adlı romanımın adına dokunmadım. Yine, şiir kitaplarımın ikisini de yeni baskılar için hazırlamış durumdayım ve isimleri olduğu gibi kalıyor.
2018’de, “Kızılötesi Rengini İsteyen Kız” romanı, “Das Mädchen wollte ihre Infrarotfarbe” adıyla Almanca’ya çevrildi. Neden ilk çevirilen bu romanın oldu?
Öncelikle, bir eserin dünya dillerine çevrilmesi için statik ve genel geçer kıstaslar konulmasının bana çok da doğru gelmediğini belirtmek isterim. Bu soruyu, genel kabul gören, popüler olmayı sürdüren bir dizi kıstası gözönüne alarak yanıtlamam yanlış olmaz yine de. Güncel ve evrenselleşen bir temaya sahip olması, asıl belirleyici etkenler oldu. Ben o romanı, 1990’ların başında yazarken yirmi yıl sonra çok daha güncel olacağını ne düşünmüş, ne de hesaplamıştım. O günkü toplumun çoğunluk bir kesimi, bugün yaşananlara ihtimal vermemişti. Romanda geçen olaylar da çok daha etkili olan başka gelişmeler de önemsenmemişti vaktinde. Şimdi o kesimler şaşkınlık, hayalkırıklığı içinde. Hâlâ inanamayanlar var, bugün Türkiye’de olup bitenlere. İnanmaktan korkanlar var. Çünkü inandıkları an, bu durumun bir daha asla değişmeyeceğini de kabul edecekerinin kâbusu içindeler. Velhasıl, romanda geçen olaylar, günümüzde yaşananlarla karşılaştırıldığında “ayrıntı” gibi kalır.
Öte yandan, tam da 90’larden sonra, merkezine din/inanç çatışma ve savaşlarını koyarak, “uygarlık ve kültür çatışmaları”nı 2000’lerin ana krizi olarak tanımladı birileri. Onlara bu süfleleri veren ve bütün bir dünyayı “köy” olarak tanımlayıp avucunun içine alan hegemonik sistemdi. Birilerine söylettiklerini, milyonlarca insana yaşatıyor bugün. Dolayısıyla, söz konusu romanın teması, bu koşullar içinde evrensel bir boyut kazandı. Ki işlenen tema; din, iktidar, birey, toplum, ödev, hak, sorumluluk, özgürlük gibi sacayakları üzerinden, dünyanın bütün toplumları için ve tarihin derinliklerine inen bir özelliğe de sahip. “Yaşam tarzıma dokunma” çığlığı, bugün sadece Türkiye’de ya da benzer ülkelerde atılmıyor ki. Yaşadığımız ülkede de güncel hayatın akışı içinde böyle sayısız çığlık yükselir. Çevirmenin ya da yayınevlerinin bu romana ilgi göstermesi de, Viyana Kültür Dairesi Edebiyat Bölümü’nün önemli oranda sübvanse edişi de aşağı yukarı benimkiyle aynı sebeplerden kaynaklandı bence. Uygun olmayan bir romandan başlasaydım, yayınlatma olanağı bulamazdım.
Avusturya’da yaşayan Türkiyelilere de yansıyan Türkiye’nin yakın tarihi ve bugün içinde bulunduğu siyasal değişime baktığımda, romanda işlenen olaylardaki gerçeklik payı oldukça yüksek görünüyor. Romanı yazmanda etkili olan gerçek olay ya da kişiler oldu mu?
Bu romanı yazmamda etkili olan gerçek olay ve kişiler elbette var. Yalnız bu, diğer üç romanım için de geçerli bir belirleme. Romanlarımı üzerine bina ettiğim hikâye örgüsünü, duyulur kaynaklardan alıyorum çünkü. Beş duyum bazen birer anten, bazen birer fotograf makinası ya da kamera, bazen bir kayıt cihazı gibi işlev görerek, hayatın her alanına yönelik çekim ve kayıt yapar. Burada bahse konu romanımın ana mekânı bir yatılı okul. Ama yatılı kız meslek okulu. Ben, yatılı dünyayı gayet iyi tanıyan, bizzat yaşayan bir insanım. Fakat birincisi, benim yatılı okuduğum yıllar, 1972-77 arasını kapsar. İkincisi, kız-erkek, karma bir okulda geçti altı yılım. Üçüncüsü, ilk ve orta okul düzeyinde çocuklardık. Dördüncüsü, en azından romanda işlenen olaylar dizisi dolayısıyla, o günkü Türkiye ile 1990’lardaki Türkiye hayli farklılıklar gösterir. Yani, kendi yatılı günlerimi yazmış değilim. Bunu bir kenara bırakalım böylece.
Öte yandan, yatılı dünyayla ilgili bütün bilgi ve tecrübemi kullanmışımdır elbette. Yıllar sonra, profesyonel bir gazeteci olarak çalıştığım dönemlerde, çok yakınımda bulunan ve yatılıda okuyan gençler vardı. Onların yaşadıklarına da yakından tanıklık ettim. Yakınmalarını, şikayetlerini dinledim. Az sayıda da olsa mektuplaşmalarımız oldu. Dönemin gazetelerine yansımış birkaç haber de anımsıyorum. Ne var ki bütün bunlar, benim bir roman olacak kadar bir hikâyeler bütünü çıkarmamda, birer sebep, birer esin kaynağı oldu sadece. Gerçek hayat hikâyelerini nakletmek söz konusu değil. Baştan sona, kurgulanmış bir eserdir bu. Romandaki hiçbir karakter, şu ya da bu tanıdığım değil, olamaz. Otoriter baba da, belli bir dini inancı bir baskı aracına dönüştüren idareciler ya da öğretmenler de; Nurdem, Mine, Emel, Birgül, Elif de. Bütün bu karakterleri kurgularken, ziyadesiyle beslendiğim kişiler yok mu? Var tabii ki. Yüzde yüz kurguya dayanan, hayatta kesinlikle rastlanmayacak olaylar ve karakterler kaleme alan bir yazar değilim ben. Biliyorum, romanı kurgularken finalinde tercih ettiğim “mektuplar” bahsi, okuyanları bu tür sanılara yönlendiriyor gibi. Ama hayır, bu kelinemin her anlamında bir roman, yani duyulur kaynaklardan yola çıkılarak yapılan bir yeniden üretimin ürünü.
Bir şey daha eklemek isterim bu soruyla ilgili. Bu romandakine benzer bir şekilde, belli bir dini inancın kamusal alana hükmetme süreciyle ilgili, 1991’de yayınlanmış Eylül Şifresi’nde de, 2005’te basılan Bu Nasıl İstanbul’da da kimi anlatılar yer alır. Bence burada, romanlara nüfuz etmiş bir ülke, bir toplum gerçeği söz konusu. Olay yeri kiminde yatılı okul, kiminde vergi dairesi, kiminde belediye otobüsü.
“Bu Nasıl İstanbul” romanındaki kadar yoğun olmasa da “Kızılötesi Rengini İsteyen Kız”da da olaylardan çok, karakterlerin iç dünyasını yansıttığını görüyorum. Bu senin tarzın mı?
Karakterlerin iç dünyalarına dalmak, oradan çıkmakta hiç acele etmemek, sonra bir daha bir daha ve mümkün olduğu kadar çok daha derine pike yapmak… Ben bunu, daha ilk romanımdan beridir (Ayrımı Bol Bir Yoldu Metris) yapıyorum. Tarz olarak nasıl tanımlanır, ne kadar benim tarzım? Bu belirlemeleri, eleştirmenlerden ve okurlardan duymayı tercih ederim. Üç romanı, temel mekânları açısından ele alalım: Ayrımı Bol Bir Yoldu Metris’te mekân bir cezaevi, ama cezaevinin de bir koğuşu ve bazen de hücresi. Fiziken, en dar mekânda geçen romanım budur. Kızıl Ötesini İsteyen Kız’da mekân, bir yatılı okulun dış çeperine kadar genişler, ara ara da şehre doğru açılmalar yaşanır. Şehirde, bir hapisane de girer devreye. Bu iki romanda, dar mekândan geniş mekânlara açılış vardır. Bu Nasıl İstanbul‘da, herkesin kendine göre bir İstanbul’u olduğu temasını, bütün şehir mekân alınarak anlatılır. Önemli bir fark var diğer iki romandan. Şehrin dört bir yanından gelenler, bir atölyede toplanır. Yani geniş mekândan dar bir mekâna gidişler var. Ben bu çerçevede, karakterlerin iç dünyasında yoğunlaşma sırasının başına, bir cezaevi koğuşunda geçen ilk romanımı koymaktan yanayım. “Psikolojik roman” değerlendirmeleri de en çok onun için yapıldı zaten. Büyük, sansasyonel, şok eden, şaşırtan olayları işlemeyi tercih etmediğim doğru. Üzerinde çalıştığım, mekân olarak Viyana ve İstanbul’un kullanıldığı romanda da bu tarz farklı bir şekilde devam ediyor. Ayrıntı, parça, derinlik, iç… Yanı sıra, insanların -en azından- dile getirdikleri kadar, “iç ses” olarak kendilerine sakladıkları. Söylediklerimiz, söylemek istediklerimizin hem çok azıdır hem de çoğu zaman eğilip bükülmüş, çarpıtılmış halidir. Bir romancı için asıl madenin nerede olduğu çok açık değil mi?
Hikâye neden başka bir yer değil de yatılı okul gibi bir eğitim kurumunda geçiyor? Bunun özel bir anlamı, nedeni var mı?
Özel bir anlamı ve nedeni elbette var. Daha önce de söyledim, burada bir mekân seçimi söz konusu. Ama bu “özel” vurgusu yanlış anlaşılmamalı, gerçek hayattan biri ya da birilerinin bu romanın yazılmasında oynadığı rol anlamında bir özel neden değil buradaki. Her toplumda, sık sık birbirinin ardı sıra sıralanan, aralarında bağlar kurulan üç önemli mekân vardır: Hapisaneler, kışlalar ve yatılı okullar ya da yurtlar. İnsanların sıkıştırıldığı, tıkıldığı, sıkı kontrol ve yönlendirme altında tutulduğu başlıca mekânlar! Merkezi, yerel ya da lokal bazdaki güç odakları, gelecek kuşaklar devşirmek için büyük umutlar bağlarlar buralara. Islah ve terbiye etmeler, yeni kimlik giydirme işlemleri, istenilen yaşam tarzının kalıbına sokmalar için çok uygun bulunur bu mekânlar. Çocuklara ve gençlere “hizmet” veren yurtlar neden hiç düşmez Türkiye’nin gündeminden. Üç romanımda, o mekânlardan hapisane ve yatılı okulu farklı yoğunluklarda kullandım. İlk iki romanda hapisane var, burada irdelediğimiz üçüncü romanda ise ağırlıkla yatılı okul ve yanı sıra hapisane.
Gazeteci, yazar, şair, araştırmacı… Bunlardan hangisi senin için önde geliyor?
Ben bu dörtlü arasında bir eşleştirme yapıp, sayıyı ikiye düşürerek ifade etmeyi kendi yazın ve yazı hayatıma daha uygun bulurum. Araştırmacı gazeteci, yazar ve şair! Akademik alandan gelmiyor benim araştırmacılığım, gazeteciliğin bir versiyonudur. Edebî türlerin dışında kalan dört kitabımın dördü de araştırmacı gazetecilik ürünüdür. Gazetecilik alanından görüşme, röportaj, tanıtım yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Yazan kişi olarak da gazeteciyimdir ben bu kitaplarda; yorumlayan, analiz eden, değerlendiren, fikir yürüten bir konumum söz konusu değil. Edebî çatı altına alarak eşleştirdiğim yazar ve şairlikte, burada romancı anlamında kullandığımı belirtmem gereken “yazar” yanım ağır basar, daha öndedir. Bu iki edebî alandaki üretimim eşit oranda değil. Kitaplara bakıldığında, ağırlığın romandan yana olduğu görülür. Dört romana karşılık, yayımlanmış iki şiir kitabı var. Şiir kitaplarının sayısı üçtür, fakat Almanca yayımlanan yeni bir isme sahipse de ağırlıkla diğer iki Türkçe kitaptan seçilmiş şiirleri içerir. Yani, roman ve şiir ürünlerinde oran yarı yarıya. Bu aralığın gelecekte daha da açılacağını düşünüyor ve öngörüyorum. Toparlarsam; gazetecilik için, mevcut iş olanakları ve koşullarından dolayı, zaten “dolu dolu gidiyor” diyemem. Şiirde de hiç acelem yok. Dolayısıyla roman başat bir konumda olacak.
Gelecekteki projelerin neler?
Şiiri yayınlamakta çok da acele etmiyorum, demiştim az yukarıda. En az üç kitap edecek kadar, bir tomar şiir -kimi neredeyse otuz yıldır- mahzenimde bekliyor. Mevcut şiir kitaplarım, yıllar önce tükendi, baskısı yok piyasada. Onların yeni basımlarını yaptırmak istiyorum. Elimdekilerden de iki şiir kitabı yayınlatma gibi bir planım var. Kitabın birinde, sadece aşkı tanımlayan şiirler yer alacak. Her şiir, aşkın ayrı bir tanımı. Yaklaşık iki yıldır üzerinde çalıştığım bir roman bitmek üzere. Yaklaşık 20 yıldır Viyana’da yaşıyorum. Bir kentte demlenmek için uzun bir zaman dilimi bu. İstanbul’un da konuk edildiği, bir Viyana romanı geliyor. Bu yıl için en büyük projem bu.
http://gazeteoneri.at/%ef%bb%bfsimsek-ilk-uec-romanimda-ana-mekan-hapisane-ve-yatili-okul/