BELMA BALCI / Öneri gazetes, Şubat 2010
VIYANA- 5 Şubat 2010 Cuma günü, saat 19.30’da Amerlinghaus’da gerçekleşen gecede yazar ve şair Hüseyin Şimşek’in şiirleri okundu. Yazarın son kitabının adı verilen gecede (Schreiben stirb man am Besten/En iyi yazarak ölünür) şiirler Türkçe, Almanca ve Zazaca olarak; Hüseyin Şimşek, Maren Rahman ve Nuray Ammicht tarafından okunurken, Wolfgang H. Heinrich şiirlere gitarıyla eşlik etti. Yaklaşık 100 kişinin dinleyici olarak katıldığı etkinlik Hallac Medien tarafından organize edildi, Wien Kultur (MA 7) ve Verein Exil tarafından da desteklendi.
Dinletinin sunumunu Maren Rahman yaptı. Rahmann, yazar Hüseyin Şimşek, Hallaç Medien ve Öneri gazetesi hakkında konukları bilgilendirdi. Ardından şiirleri Almanca’ya çeviren Seher Çakır ve Özge Taş sahneye davet edildiler. Her iki çevirmenin çeviri esnasındaki zorluklardan bahsetmelerinden sonra şair Hüseyin Şimşek, geçmişte anadili Zazaca’dan kopuşunun hikayesini ve daha sonra edebiyat dili olarak benimsediği Türkçe ile ilgili yaşadıklarını anlattı.
Gecenin sonunda yazar ve şair Hüseyin Şimşek; “Ateş İnsan“,“Yüzünüz Karşı Duvar“,“Bu Nasıl İstanbul“ ve “Screiben stirbt man am Besten“ adlı kitaplarını imzaladı. Hüseyin Şimşek’in bu etkinliği, ilkbahar aylarında Viyana Büyük Kütüphane’de (Hauptbücherei Wien) tekrarlanacaktır.
……………………….
yuttuğum sözcükler içimde taşlaşmasın diye
her harfin keyfine göre kanadım
kanımla sulandı sözkökleri
Bu sayıdaki konuğum Hüseyin Şimşek. Daha doğrusu ben ona konuk oldum, onun evindeydik. Düzenli bir ev. Misafiri olduğum için benim şerefime mi bu düzen, diyorum kendi kendime. Ama öyle olmadığını anlıyorum, sonradan oğlak burcundan olduğunu öğrendiğimde. Biliyorum ki, düzen oğlakların içine işlemiştir adeta.
Bir şeyi itiraf etmeliyim ki, Hüseyin’i yakından tanımazdan önce, onun çok sert biri olduğunu düşünürdüm. Ama bu sert ve dayanıklı görüntünün altında yumuşacık bir yürek sakladığını gördüm tanıdıkça. Hem yumuşak hem kırılgan.
Cuma günü işten çıkışta gittim ona. Bana, ‘ne yemek istersin’, diye sormuştu önceden telefonda. ‘İlla yapacaksan eğer, yöresel bir tat olsun’, dedim. ‘Sana tirit yapayım’, deyiverdi. Ağzından kaçırdı aslında, sonradan caymasına izin vermedim, ‘ille de tirit’ diye tutturdum. “Sana tirit yaparım ama bunu sakın yazma’’ dedi şakayla karışık ve ekledi: „Bunu okuyan bazı arkadaşlar bana küfredecek. Tirit için onlara sözüm vardı ve yıllardır bu sözümü tutamadım hâlâ’’. ‘’Bu senin sorunun’’, diyorum ben de gülerek.
Önce tiritlerimizi yiyoruz. Ben hayatımda ilk defa Erzincan dolaylarından bir tirit yiyorum. Bizim oraların tiridine benzemiyor hiç. Tepeleme tabaklarımızdaki tiridi yerken, Hüseyin bu geleneksel yemek üzerine bilgiler veriyor: „1976’da köyden çıktım çıkalı ilk kez tirit yiyorum ben de. Tiridin sırrı, az malzemeyle çok insan doyurmaktır. -Evde ne varsa kullan- yemeği denebilir.“
Yemekten sonra esas sohbete başlıyoruz. Bugün ağırlıklı olarak dil üzerine konuşmak istiyorum Hüseyin’le ve Öneri’deki son makalesini hatırlatarak soruyorum:
Bu ülkede yaşayan göçmenler ile Yahudileri bir tutmuşsun gibi geldi bana, yanılıyor muyum?
Şimşek: Galiba o yazımda bir eksiklik oldu. Tabii ki Yahudiler ile göçmenleri aynı kefeye koymak doğru olmaz. Yahudiler bu ülkenin insanları, onlar dedelerimiz nerden gelmiş diye düşünmüyorlar, onlar bize benzemiyorlar, onlara göçmen diyemeyiz
Anadil nedir?
Çok klasik olacak, dünyaya gözümüzü açtığımızda bir ailenin içine doğuyoruz, o içine doğduğumuz aile hangi dilde ise o dil anadilimizdir. Anadilimizle yaşamak zorunda değiliz, anadilin içine doğarsın ama o dilde kalıp kalmamak sana bağlı. Bir ülkede ortak bir resmi dil olmalı ve yaşadığın o ülkede hakim olan dili öğrenmek zorundasın. Türkiye’de de bu Türkçe’dir. Ama anadilim yasaklı olmasaydı, okullarda seçmeli okutulsaydı kıyamet mi kopardı? Din derslerinde Aleviliği de görseydik kıyamet mi kopardı? Tarih dersinde Kürtleri, Lazları, Çerkezleri de öğrenseydik ya da.
Bu dünyada tek tip insana doğru gidiliyor, bir kuraklaşma bir standartlaşma var. Diller, etnik kültürler bizim zenginliğimizdir. Benim anadilimde başka dillerde kullanılmayan deyimler, atasözleri var. Bu büyük bir zenginlik değil mi?
Kürtçe ve Zazaca? Kendine Kürt diyorsun ama Zazaca konuşuyorsın. Oysa Zazalar Kürt olmadıklarını söylüyorlar?
Bu konuda iki görüş var. Zazaca konuşanların bazıları Kürt olduklarını söylüyorlar, Zazaca için ise Kürtçenin bir lehçesi olduğu görüşündeler. Bir kısmı ise, Zazaca dilinin ayrı bir dil olduğunu ve bu insanların ise Kürt değil Zaza olduğunu düşünüyorlar. Ayrıca üçüncü bir yaklaşım daha var ki, ben böyle olduğunu düşünüyorum: Zazalar Kürtler ama Zazaca ayrı bir dil. Etnik kökenimle ilgili bir hesabım olmadığı için işin bu kısmını pek kurcalamıyorum ama bu konuda sürekli okuyorum. Kesin bidiğim tek şey ise Zazaca, Kürtçeyle aynı kökenden gelen akraba ama başka bir dildir.
Zazaca için birçok başka isim kullanılır: Kırmanci, Zazaki, Gini, Dımıli, Daylemce, So-be, Zone Ma gibi. Kürtçe için de benzer isimler vardır: Kurmanci, Here-were, Kırdaşki…
İnsanın anadilini konuşmasının yasak olması nasıl bir duygu?
Ben 6 yaşına kadar Zazaca’dan başka dil duymadım, Türkçe’yle ilk defa okulda karşılaştım. Alevi inancına sahip bir Kürt olarak, orada dilimin yanı sıra etnik kökenimin ve inacımın reddi ile de karşılaştım. İnsanı ayakta tutan bu değerlerin birden bire yok varsayılması, insanın iki ayağının kesilmesi kadar acı bir şey. Yani 7 yaşında bir çocuk, birden bire geçmişini kaybediyor! Neyseki dünyanın ve hayatın diğer gaileleriyle uğraşırken, bunlar bende fazla travma yaşatmadı.
Şiir mi, düz yazı mı?
‘Gönlümde yatan’ ve ‘gerekli olan’, diye ikiye ayırmak istiyorum. Bu ikisi arasında bazen bocalıyorum. Şiiri deyişler, türkülerle sevdim. Küçükken halk âşığı, halk ozan olmak isterdim. Yani aklıma ilk düşen şiirdir.
Ağırlık verdiğim tür ise roman. Roman da sevdiğim bir tür. Çünkü ayrıntılar hoşuma gidiyor. Ben bir insanın bütün hayatını bir romanda yazamam. Hatta bütün gençliğini de yazamam. Ben o insanın en fazla iki senesini yazabilirim. Ayrıntıları önemsiyorum. Ayrıca mekan da benim için önemli değildir. Mekanla uğraşmak yerine insanla uğraşmayı tercih ediyorum. İnsanın iç dünyası çok ilgimi çekiyor. Bu çeşit romanlar yazmaya daha uygunum. Hatta bana, ’’sen hepimize roman kahramanı gibi bakıyorsun’’ derler. İnsanların hikayeleri beni ilgilendiriyor, meraklandırıyor. Her insan kendi hikayesiyle var olmalıdır. Aramızda kendi hikayelerini red edip başkalarının hikayeleriyle dolaşan çok insan var oysa.
Ben insanlarla ilişkime önce 100 puan vererek başlarım, sonra puanlar düşer. Peki ya sen?
Ben tam tersi, yani sıfırla başlarım. İnsanda kötülük aramam ama ‘dur bakalım nasıl çıkacak’, derim.
Tarihteki yazarlara, şairlere baktığımızda, onların en güzel eserlerini zor şartlar altında yaşadıklarında verdiklerini görüyoruz. Örneğin aşk acısında, hapiste vs. Sende durum nasıl?
Ben hapisteyken orayı yazmadım, oradan hep dışarsını yazdım. Mutsuz, sıkıntılı olduğum zamanlarda, hayata dair problemler yaşadığımda yazamam. Yazmam için rahat olmam lazım. Çocuk, ev, para, sağlık problemi olmaması lazım. Mesela yürüyüşe çıkmışımdır, aklıma bir fikir gelir, hemen kendimi eve atıp onu yazmak isterim.
Hiç yazamadığın anlar oluyor mu?
Şiir ya da roman yazmıyorsam bu beni mutsuz etmiyor. Çünkü kendimi profesyonel şair-yazar olarak görmüyorum. Yazmanın, bir iş haline geleni bende sıkıntı yaratıyor. Örneğin, geçmişte gazetelerde haftalık yazdım. Yıllardır Öneri için aylık makaleler yazıyorum. Böyle periyodlu yazmak, bazen sıkıntı yaratabiliyor. Zorunluluk, görev ya da iş çünkü. Görevli yazar olmak bana göre değil sanırım.
Tirit çok lezzetliydi, yemek ile aran iyi galiba
Yemeğimi kendim yaparım. Hep kafa işi yaptığım için, kol gücüyle yapılan işler hoşuma gidiyor. Örneğin yemek yapmak, bulaşık yıkamak, bir şeyler tamir ya da monte etmek gibi. Ama eviçi temizlik yapmak, toz almakla aram pek iyi değil.
Mutlu musun?
İki tanımım var: Mutlu olmak ve memnun olmak. Mutlu insan halinden memnun olmak zorunda değildir. Ben kendimi mutlu hisediyorum ama memnuniyetsiz bir insanımdır. Bu dünyanın gidişatını beğenmiyorum mesela. Daha doğrusu, bu benim dünyam değil, diyorum hep. Bir sürü konudan memnun değilim. Çok sıkıntılıyım, eksiklerim var. Öte yandan, genel anlamda mutluyum diyebilirim. Çünkü, önemli olan olayların ve nedenlerin farkında olmak bence. Bu farkındalık durumu beni mutlu ediyor. Mesela evimde bulaşık makinesinin olmaması beni mutsuz etmiyor, çünkü buna sahip olmak için daha çok bedel ödemem lazım, fazla para için daha çok çalışmam lazım ve bu beni daha fazla mutsuz edecek.
Kendimi ne zaman sıkıntılı hissetsem saz çalarım, yürüyüş yaparım, bisiklet sürerim… Bunlar beni mutlu ediyor.
Bir hırka, bir gömlek.. diyorsun yani?
Evet öyle.. Ama şapka ve yelek gibi takıntılarım var. Eşyalarıma bağlıyım.. Yıllar önce, Türkiye’de bir kanapem vardı. Yıllarca her eve taşındığımda onu yanımda götürmüştüm. İlkokulda tuttuğum hatıra defterlerimi hâlâ saklarım. Hâlâ burada 45 sene öncesinin plakları vardır, saklarım hepsini. Ben hapisteyken onları kömürlüğe atmışlardı, aldım buraya kadar yanımda getirdim.
………………….
Bu eski plakları görmek istiyorum ben de. Hemen kalkıyor içerden getiriyor hepsini. Onlara bakarken gözlerinin ışıldadığını farkediyorum. Bir dosyada çok düzenli bir şekilde saklıyor onları. Şefkatle çıkarıyor birini ve eski bir pikapta çalıyor. Cızırtılı bir ses yükseliyor eski pikaptan. Celal Güzelses, ‘Ağlama yar ağlama’, diye sesleniyor 45 yıl öncesinden.
bir ömür tüketmişsem de ışık hızında
takılıp kalmışım çocukluğuma
hep aynı yıllara kulaç atmışım
boşalmış makaramdaki bütün iplik
meğer, çocukluğumda boğulmuşum