“Herkes kültür, edebiyat ve müziğini geliştirebilmeli”

Özgür Politika / 2001

Viyana – Onu ilk kez, 1996 yılında Viyana’da her yıl tekrarlanan “Volksstimmefest” (Halkın Sesi Festivali) adlı açık hava etkinliğinde, “SOS Mit Mensch” adlı insani ve demokratik haklar kurumuna ait sahnede müzik yaparken gördüm. Bağlamayı ayakta, gitar tarzında, sahnede dolaşarak çalan bir Kürt, ona gitarla eşlik eden ise Afrika kökenli bir siyahi! Cane Cane, Makaram Sarı Bağlar… Kürtçe ve Türkçe, ama hepsi hızlı ritimli parçalardı söylediği. Sonra, başka bir sosyal kuruluşun etkinliğinde kaydedilmiş bir video kasetinden, “Üsküdara giderken aldı da bir yağmur” diye başlayan “Katibim” parçasını söylerken izledim. Bütün bunlar, haylı uzun zaman aralıklarıyla oldu. Sesini unutmuyordum hiç, ama simasını sürekli yeniden hatırlamam gerekiyordu. Çok sonraları, yeni tanıştığımız ve harala gürele bir tartışmaya tutuştuğumuz bir topluluk içinde, onu ele veren yine sesi oldu. Önce sahnede, sonra kasetten dinlediğim ve en son bir masada oturmuş tanıştığım kişi, müzisyen Halil Gürsu idi.

 İstanbullu bir Kürt müzisyendi Halil Gürsu. Zeytinburnu’nda büyümüştü. Zeytinburnu çocuğu demek cıgaracıları, şarapçıları, kumarcıları, bitirimleri yakinen tanıma fırsatı demekti biraz da. Zeytinburnu’nun bir özelliği de işçi yoğunluklu bir bölge olmasıydı. Türkiye’nin çok çeşitli, en olmadık yerlerinden gelmiş emekçilerdi sakinleri. Birçok kültür iç içeydi bu yüzden. Fakat o yıllar için kültürler arasında bir alışveriş olduğunu söylemek zordu. Belki bir kaynaşma sürecinden söz edilebilirdi. Esas görünümüyle birçok ilçede olduğu gibi, sağ-sol olarak ikiye ayrılmış iki ayrı dünyayı kapsayan bir yerdi. İşte Halil Gürsu’yla tanıştığımızda, Zeytinburnu-Viyana arasındaki zaman tünelinde aralıksız müzik yapan biriydi. Kendisi ve müziği ile ilgili sorularımı ve  Gürsu’nun verdiği yanıtları aşağıda ilginize sunuyorum.

Zeytinburnu gibi bir semtte müziğe başlamanın hikayesi de biraz farklı olsa gerek. Bazen iki ayrı kulvarda, bazen iç içe yürüyen o politiklik ve bitirimlik atmosferinde, nasıl bulaştın müziğe?

Halil Gürsu: İlkokula başladığım yıllarda, abimin sazına musallat oldum. Biraz zor bir tecrübeyi bu. Abim sazın durduğu odayı kilitleyip çıkıyordu. Pencereyi açık bırakma başarısını gösterdiğim günler odaya girip, başlıyordum sazı kendimce çalmaya. Boyu boyumdan uzun sazı kullanmam oldukça güçtü. Hayatta insanların önünü açan rastlantılar vardır. Erzincan’ın ünlü Kumaş Sazevi’nde asistanlık yapmış Topal Ahmet, evce Zeytinburnu’na taşınmıştı. Fırsatını buldukça, ondan öğrenmeye başladım sazı. Fena gitmiyordu, ama okulda durum günden güne karışıyordu. Oturduğum mahalle, solcuların elinde sayılırdı. Okulumun bulunduğu bölgeyi denetleyen ise sağcılardı. Sağcılar, “okula gelmeyeceksin” demeye başladı. Bir gün kanlar içinde eve gelince, hayatımın akışı değişti. Apar topar Zürih’teki ablamın yanına gönderildim. İki yıl sonra dönebildim Zeytinburnu’na. Liseyi bitirdim. 1986’da, İTÜ’ye bağlı konservatuvarda müzik eğitimi görmeye başladım. Sınav jürisinin yönlendirmesiyle şan bölümüne kayıt olmuştum. Ama aslında istediğim bu değildi. Hep enstrüman eğitimi almayı düşünmüştüm ben. Şan öğrenimi yaptıkça, sesimin farkına vardım. Sadece enstrüman çalmaktan değil, artık söylemekten de zevk alıyordum. Benimki kadar yüksek oktavlı bir sesin, Batı müziğinde kullanılması en doğrusuydu hocalarıma göre. Batı müziği sınavlarına girdim, kazandım. Çeşitli festivallerde çalıp söylemeye başladım bu dönemde. 1990’na kadar sürdü bu.

Müzikteki yolculuk, konservatuar yıllarından sonra nasıl devam etti?

Daha çok kendi müziğimi yapma eğilimim vardı. Bu eğilim ilk üründe somutlaştı. “Mayıs Rüzgârı” grubu olarak, 1990’da “Önce Biz Vardık” adlı bir albüm çıkardık. Hemen ardından klip çektik. Dönemin tek özel televizyon kanalı olan Star Tv’nin klip listesinde yer aldık. Albümdeki parçalar hem politikti, hem değildi. Yani, politik olmaktan ne anlaşıldığına bağlıydı bu biraz. Önemli olan, hem sözlerin hem de müziklerin gruba ait olmasıydı. 1992’ye kadar, birçok etkinlikte çıkıp çaldık. Ne var ki lokomotif elemanlarını yaptığım “Mayıs Rüzgârı” müzik grubu iki yıl içinde dağıldı. Tek albümlük bir grup olarak kaldı. Viyana’ya yerleştim ben. Burada da konservatuar sınavlarına girdim ve kazandım. Viyana Devlet Konservatuarı’nda iki yıl okudum ve bıraktım. Farkına vardım ki benim yönüm opera değil. Klasik tarzda halk müziği de değil. Her türden bir şeyler barındıran, yeni bir şey yapmak istiyordum.

 O güne kadar yaptığın ya da genel olarak yapılagelen müzikte yeterli bulmadığın ne vardı? Yeni bir şeyler yapma isteğini tetikleyen, besleyen neydi?

Sanatçıların çoğu, hedef kitlenin arkasından müzik yapıyor. Ben öyle yapmak istemedim. Doğru bulduğumu, hoşuma gideni yapmaya çalışıyorum yıllardır. Batı’da oryantal müziği tanımaya dönük fazla bir çaba yok. Bu yüzden buradaki dinleyici potansiyeline “şımarık kulaklar” diyorum. Müzik sektörünün önüne sürdüğünü yeğleyen “şımarık kulaklar”a, kendi tarzımı dayatıyorum ben de. Bugün, Latin Amerika müziği burada biliniyor bir şekilde. Tango, salsa vs. Avrupalılar, Latin kültürünü yabancı değil. Belki Hristiyan oldukları için. Avrupalı müzisyenler altta Latin ritimleri kullanıyor, üste kendi söylediklerini koyuyorlar. Ama kulakları, Doğu ya da Asya müziğine çok yabancı. Yaptığım müziğin burada şansı olduğunu düşünüyorum. Fakat, söylediğim gibi, bununla beraber, özellikle oryantal müzik, burası için çok sisli bir olay. Tanınmayan bir şey.

Peki, burada oryantal tarz müzik yaptığını söyleyen ve yapmaya çalışan sanatçıların, “bizimkiler”in diyelim, genel durumunu nasıl değerlendiriyorsun?

Bizim müzisyenlerimiz genellikle sadece elde olanı harcıyorlar. Kendilerine özgü bir üretim yapamıyorlar. Aynı tarzda ısrar ediyorlar. Bir tarz tutturuldu mu, onun kendi içinden değişime uğratılması çalışmaları devam ettirilemiyor. Sanatçılar, ken üretimlerinin iç değişimine kulak asmıyor. Para, kariyer ya da dinleyicisini kaybetme korkusundan olabilir. Cesaret, sanatı daha da bağımsızlaştırır oysa. Bu, sanatçıyı marjinalleştirebilir de. Böyle bir tehlikesi var. İşte bu tehlike göze alınmıyor. Alınmadığı için, genel olarak bir kabızlık içinde müzisyenler. Deli olmak durumundayız ki iyi bir şeyler çıkabilsin. Oysa, meşhur olmak için çok şey veriyoruz. Çok kaçmaca var aslında. Ben söyleyebilirim, “kabızlık olduğu için üretemiyorum”, derim. Hamileyim, ama doğuramıyorum yani! Doğurmanın yollarını arıyorum. Bir şekilde indirekt doğuruyorum, onu biliyorum. Ama yalancı gebeliği atlatmak zorundayım. Karnım çok şişiyor, ama hakikatten içinde bir şey var mı yok mu! Ben hâlâ üretimsizliğe teslim olmadım.

“Yeni bir şey” diyorsun hep. Yaptığın müziği nereye koyabilirsin? Nasıl tanımlıyorsun?

Oryantal caz değil. Karmaşık, karmakarışık müzik yapıyorum ben. “Tekno” denilebilir. Bana sorarsanız, bugün bütün müzikler sentez. Türkiye’de popta bir destek enstrüman olarak bağlama kullanıyorlar. Çünkü o ses insanları çekiyor. Ben her parçayı çalabiliyorum, ama o parçalar ben de renk değiştiriyor. Bir “Hekimoğlu” parçasını alın. Bu parça ağıttır. Parçaya çok yavaş giriyoruz. Arada kabadayılanmallar var ve ritim iki katına çıkıyor. sonunda ölüm var. Ritimlerde yeniden bir dinginleşme yaşanması gerekiyor. Sürekli yeniden hatırlansa da başkaldıran ama yenilen bir insan gömülüyor sonuçta. Bence, Hekimoğlu’nun en güzel çalınışı budur. Tarihi, seslerle iletmektir bu. Fakat her iletimde boyut değiştiriyorsunuz Benim derdim sadece oryantal müzik ya da batı müziği ya da seslerle iletmektir Fakat her iletimde boyut değiştiriyorsunuz.

Benim derdim sadece oryantal müzik ya da batı müziği ya da bunun onun etkisi değil. Çünkü artık etkide bulunmayan ve etkilenmeyen bir şey yok dünyada. Bütün müzikler, hem iyidir hem kötüdür. Ben, “arabeski sevmiyorum” demiyorum. Tekno müziği nereye koyacağım, arabeski sevmiyorsam? Arabesk, belli anlamlarda bana hitap edebiliyor. Şimdi ben, arabesk mi oldum? Değil. Hiç arabesk dinlemem Ben. Bir şeyi birilerinden daha iyi ettiğimi düşünüyorsam, bunu sergilerim, ama ille de birilerine karşı değildir bu. Müzik türlerinden beslenmeye gelince, sık sık şunu soruyorum kendime: Benim derdim köklere inmek mi, köklerden gitmek mi? Köklere inmeye karar verirsem, geldiğim yere dönmem gerekir. Köklerden kurtulmak istiyorum ki buradayım. Ancak yine de ne sadece birin, ne sadece ötekisi. Sanırım, ikisi birden.

Yabancı müzisyenlerle çalışıyorsun genellikle. Bunun getirdiği ve götürdüğü neler?

Burada yabancı müzisyenler ile çalışmak benim için önemli bir özellik. Yabancı müzisyenlerle çalışmak, “çok da getiriyor” diye bir şey söz konusu değil aslında. Karşılıklı, tartışmalı bir olay. Müziği nasıl davrandığına göre sonuç verir. Dokuz sekizlik ritmi ilk başta vuramıyorlar. Ama daha sonrasında, benden daha iyi bir müzikal yapıya ulaşabiliyorlar. Ummadığımız bir şeyler çıkabiliyor ortaya. O anda basta üretilen bir duygu olabiliyor örneğin. Ya da saksafonla vs.

Bağlamayı bir hayli farklı kullanıyorsun. Tel düzenin bile farklı. Nedir bağlamanın senin müziğindeki yeri?

Bağlama, benim müziğimde sadece bir renk enstrümandır. Fakat bu bağlamanın önemini azaltmıyor. Bağlamada sürekli değişik bir şeyler arıyorum. Bağlama ne kadar zorlanabilir? Ben bağlama çalarken başkası bana eşlik edemez. Sadece teknik olarak iyi çalmanın peşinde değilim. O anki ruh halim belirliyor bağlamayı nasıl çaldığını. Dolayısıyla bir başkasının bana eşlik edebilmesi için, o anki ruh halimi anbe an bilmesi gerekiyor. Bağlamayı kullanmamın nedenleri arasında, Batı’da fazla bilinmemesi, ilginç bir enstrüman olarak karşılanabilmesi ve söylerken eşitleşerek çaldığım enstrüman oluşu da var. Yine de bağlama benim için olmazsa olmaz değil, ileride olmayabilir de.

Kendi müziğindeki yerini de akılda tutarak, Kürk müziğinin bugünkü durumunu nasıl görüyorsun? Birçok grup var. Yeni ozanların sayısı da artıyor sürekli.

 Kürt müzik gruplarının hepsi için konuşulduğunda şunu söyleyebilirim: Çok da tanımıyorum. Dinlediğim kadarıyla, kendi içsel gelişmelerinden dolayı, müzik adına henüz bir şeyler buldukları kanısında değilim. Öte yandan, bir zamanlar Gırgır dergisinde de okuduğum şöyle bir durum var: Türk Halk Müziği, aslında Kürt kaynaklı müzik üzerinden, ondan beslenerek gelişiyor. Tarz sorunun da şöyle düşünüyorum: Özel olarak Kürtçe müzik için ayrı bir düzenleme tarzı yok, olamaz. Ancak hangi dilden olursa olsun, her bir parçanın kendine özgü bir düzenlenişi, bir biçimi var. Bildiğin bir örnek vereyim. Ciwan Haco, Kürt bir müzisyen. Onunla birlikte çalanlar ise Kürt değil. Onların, Kürtçe çalmak diye bir sorunları, kaygıları yok. Çünkü Kürtçe sözler, yapılan müziğin üzerine eklenen şeyler. Renk olarak Haco’un yaptığı bir düzenleme, örneğin İsviçrelinin de hoşuna gidebiliyor. O düzenlemeyi Kürt müzisyen Haco da yapsa (işte orada gitar çalınıyor, saksafon kullanılıyor vs) tarz cazsa caz, rocksa rock.

Dolayısıyla iyi bir müzikal düzenleme yapılmışsa, orada sözlerin örneğin Urduca söylenmesinde bir problem yok. Kürtçe reggi de olur. Reggi bir tarz, müzikde kendine has bir biçim. Ben bu tarzı, bir Alevi deyişinde kullanıyorum. Altyapı reggi yürüyor, üst taraftan melodi kendi orijinal biçimiyle devam ediyor. İkisi de aynı anda duyulabiliyor. Türk, Kürt ya da başka bir halk olsun, “halk müziği budur ve şöyle çalınır”, diye bir kural yok. Müzikte böyle bir belirleme, dayatma bana doğru gelmiyor. Öyle bir ortamda, müzisyen yeni bir şey yapamaz.

Repertuarıma aldığım Kürtçe parçalara gelince, önce onların sözlerini değil, ritmini duymuşumdur. Müzikte beni cezbeden başlıca etken, ritimdir. Bu anlamıyla, daha çok melodik bir insanım. Ritim ayakta tutuyor olayı. Bas önemli, ete-kemiğe büründürüyor. Melodiyi, onun üzerine koyuyorum. Sadece kendi tarzımda düzenleyeceğim parçaları almıyorum, bazen düzenlenmiş parçaları da kullanıyorum. Ciwan Haco’nun “Siba Siba‘ adlı parçası, düzenlenmiş parçalara örnektir. Ama düzenlenmiş almama rağmen, ben bu parçayı Ciwan Haco gibi söyleyemem yine de. “Siba Siba‘yıdaha tatlı, daha serbest çaldığıma inanıyorum. Prizma gibiyim yani, gelen ışığı farklı yansıtırım.

Grup Mayıs Rüzgârı’ndan sonra, uzunca bir süre albüm çıkmadı çıkaramadı. Çıkaramadın mı, bilinçli bir bekleyiş mi söz konusu?

 On yıldır, bir şekilde kaset veya CD çıkarmaya karşı çıktım. İlk albümü çıkardığımızdan daha büyük olanaklara sahip olunmasına rağmen. Çıkarsaydım, kendime çıkarmış olacağımı düşünüyordum. Şimdi artık bir CD planlıyorum. Bundan sonra yapmamak, benim için lüks olur. Yaptığım müziği kutsallaştırmış olurum. Yaparım, beğenmezsem ayağımın altına alır çiğnerim. Türkiye’ye yönelik bir albüm projem de var.

Türkiye’deki kültürel ortamı nasıl görüyorsun?

Kültürel farklılıklardan, çeşitliliklerden dolayı bir memleket bölünmez ya da dünya ortadan ikiye ayrılmaz. Ama kültürlere özgürlüğün olmadığı yerde çok sorunlar çıkar. “Biri yer biri bakar” hesabı olmuyor çünkü. Sonra günün birinde, kıyamet kopuyor. Herkes kendi kültürünü, edebiyatını, müziğini geliştirebilmeli. Bu, herkes için gerekli.


huseyin.simsek@gmx.at