Hale Soygazi: Cazip meslek ama mutfağında yanmak da var

Yeni Gündem gazetesi / 19 Aralık 1992

Hale Soygazi, ilk kez 1972’de „İtham Ediyorum“ adlı film için geçti kameranın karşısına. İçinde bulunulan 1992 yılına kadar rol aldığı filmlerin sayısı 40 oldu. Bunlar arasında yer alan 1978’de „Maden“, 1984’te „Bir Yudum Sevgi, 1985’te „Bir Avuç Cennet“, 1987’de „Kadının Adı Yok“ ve 1989’da „Cahide“ adlı filmler sanatçı için yeni bir dönemi işaret eder. Şu anda gündemde ve vizyonda olan filmi ise „Cazibe Hanımın Gündüz ve Geceleri“. Hale Soygazi’nin bir sinema sanatçısı olarak düşleri, kahkahaları, yarım gülüşleri, sonsuz arayış, duraksama ve yürüyüşleri…

Şu anda içinizdeki sıkıntı ne? Ya da doğum sancısını çektiğiniz uğraş, sorun hangisi?

Hale Soygazi: Elbette oyunculukla ilgili. Yeşilçam daima kriz yaşadı ama şu sıra iyice batağa saplanmış durumda. Bakanlık yardımlarıyla ayakta durmaya çalışıyor. Sanayileşme olmadığı için kendini dödüremiyor. Dolayısıyla çok film yapılmamakta. Ben zaten yılda bir film yapıyordum. Çok çeşitli önerilein içerisinden bir tanesini seçiyordum. Bugün, kısır ortamdan dolayı öneriler, alternatifler çok değil. Benim açımdan bu önemli bir sıkıntı. Sadece o değil, ama sorun en başta ekonomik. Para yok, teknoloji yok. Yeşilçam yıllarca garanti işler yapmak durumunda kaldı. Dolayısıyla sanatsal nitelik açısından, sanatçı cesurca ve özgürce istediğini yapamadı. Kısır bir ortam oluştu. Sansür çok büyük bir engeldi. ‘Film denetime takılır’, ‘satamam’, ‘yeni film yapamam’… Bunlar hep kendini kısıtlama nedenı. Bunlar, genel kabul görmüş alışkanlık haline geldi.

Televizyonun her eve girişi de tuz-biber mi ekti?

Televizyonun etkisi çok büyük. Bunun da toplumumuza özgü yanları var. En başta, Amerikan filmleri, dizileri ekranları işgal etti. Hiç yorulmadan koltuğa oturulup seyredilebilir. Trafiğe çıkılmıyor vs. Öte yandan, sinema salonlarının hali malum. Projeksiyonları doğru dürüst değil, ses yine öyle. Film kalitesinden kaybediyor, kötü bir ortamda seyredilmiş oluyor. Böylece, filmi büyük ekranda seyretmenin zevki kurban ediliyor. Televizyonun sinemalara etkisi bütün dünya için sözkonusu ama, sinema salonları da tıklım tıklım olabiliyor. İnsanlar, sinemanın ayrı bir seyir sanatı olduğunu ve ondan vazgeçmeyeceklerini anlamış durumdalar. Bizde bu durum şimdi, Amerikan filmleri için biraz sözkonusu.

Evet bu durum, sinema salonlarına çekidüzen verilmesini bile sağlayabilmekte. Peki Amerikalılar, seyirciyi nasıl etkiliyor?

Yapay taleplere uygun sunumlar var. Senaryoların da öyle bir kalıbı var, çekimlerin öyle bir kalıbı var ki izlenmeyi garantiliyor. Kitlenin sokulduğu beklentiye cevap vermek! Yöntemleri bu. İstatistikler yapmışlar, araştırmışlar; seyirciyi yakalıyorlar. Çok kaliteli bir Fransız, İtalyan ya da Yugoslav filmi, sinema günleri dışında pek seyirci bulamıyor oysa.

Teknolojik geriliğin, yoksunluğun etkisini biraz daha somutlayarak vurgulamak gerekirse, mevcut durum üzerine başka neler söylenebilir?

Bizim sinemamıza özgü sorunlardan biri bu. Teknolojik açıdan, gerekli araç gereçlere sahip değiliz. O dili oluşturacak olan ögelerden büyük ölçüde yoksunuz. Normal bir standart bile uygulanamıyor. Bir kere, filmlerimiz dublajlı. Sesli çekim yapamıyoruz. Oysa dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey kalmadı. Sesli çekim yapılmadığı zaman, filmin kalitesinden epeyi bir düşüş oluyor. Kameralarımız, ışıklarımız, laboratuvarımız, banyomuz… Hepsi çok yetersiz. En sıradan bir Amerikan dizisine bakıyoruz, bir teknik standarda ulaşmıştır. En kötü konuyu bile teknolojinin kullanımıyla ilginç hale getirip seyrettiriyor. Dolayısıyla, sinemamıza teknolojinin girmesi, yatırım alana olarak görülmesi lazım.

Sinemaya girişte, fiziğiniz öndeydi. Bilinen kalıp filmlerde oynadınız. Sonra, bir hayli değişiklikler oldu. Bu dönüşümü, neden ve nasıl sağladınız?

Bu konuda, ikiye bölünmüş bir kişiliğim olduğunu söyleyebilirim. Ortaokul ve lisede, sürekli tiyatro çalışmaları içindeydim. Sinemaya geçtiğim dönemde, belli kalıplar vardı. Bir dönem öyle geçti. Öyle filmler yapılıyordu ki bunlar olmasa da olurdu. Her şeye rağmen, onlardan da çok şey öğrendim ama. Staj ve öğrenim dönemim gibi. Ne yapmak istediğimi düşündüm. Oyunculuktan vazgeçmeyecektim ama bu, benim istediğim gibi olmalıydı. Sorumlulukları neyse, onları taşıyarak yapmaya karar verdim. Öbür türlü, tatminsizlik oluyordu. Yapaydı her şey. Yaşadıklarımız çok farklı, filmi yapılanlar çok farklıydı. Huzursuz ve mutlu olmaya başladım.

Donanımınızı nasıl sağlıyorsunuz? Yeni filmlere nasıl hazırlanıyorsunuz?

Türkiye’de eksikliğini çektiğimi, Londra’da yapabiliyorum. Konservatuarda okumamıştım ama sinemaya geçtiğim andan itibaren oyunculuk çalışmaları yaptım. Yurt dışında çeşitli ‘workshop’lar var. Oralarda, teknik performanslar geliştirilir, teknik perspektifler açıcı deneyler yapılır. Çeşitli oyuncularla bir araya gelerek, karşılıklı deneyim aktarımı açısından yararlı olan çalışmalar yapılır. Bunlara, usta oyuncular da katılıyor. Orada, ‘ben bu işi artık çok iyi biliyorum’, diyen yok. Üç yıldır bu ‘workshop’lara katılıyorum.

Çok filmlerde rol aldınız, birçok tipi oynadınız. Sizi en çok etkileyen hangisi ya da hangileri oldu?

Bir tanesi, ‘Maden’ filmindeki halkacı kızdır. Filmde, karşı olduğum bir takım şeyler de var. Örneğin devrimcilikle ilgili Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı ve senaryodan kaynaklanan devrimci tipin çok idealize edilmesi vs. Halkacı kız ise, sıcak ve yaşayan biridir. Yani, görülebilir öyle halkacı kızlar. Bugün bile vardır. Gerçekliği açısından etkisinde kaldım. Cahide vardır. O da çok ilginç bir sanatçımız. Türkiye’de ilklerden biri. Seyredildiğinde belki ortaya çıkmayan ama, senaryoda olan bir derinliği vardı. Bu beni çok etkiledi.

Sinema sanatçılarının örgütlülüğü ne durumda? Akademik uğraştaki yeriniz, rolünüz nedir?

SODER ve ÇASOD olmak üzere, iki dernek var ve ben ÇASOD üyesiyim. Şu anda yaptıkları çok kısıtlı. ÇASOD, sömürülen sinema emekçilerinin sömürülmelerini engelleyici bir takım çalışmalar yapma, baskı oluşturma çabasında. Bu arada, demokratik istemlere duyarlı olmak, gerktiğinde bu konularda da uğraş vermek. Çok yeni bir oluşum, neler yapabileceğini zamanla göreceğiz. Sanatçılık onurunu, prestijini, mesleğin değerlerini korumak… Şu an, asıl yoğunlaşılan noktalar bunlar. Bence ÇASOD’un genele yönelik ilerici talepleri olabilir, bunlar için de uğraş verebilir.

Sanatçı yanınız hayli dertli. Genel anlamda, bir birey olarak ve birçok açıdan bakıldığında memnun musunuz?

Şu anda bir kargaşa yaşadığımızı düşünüyorum. Belki tüm bir değerler karmaşası. Toplum, elbette değişken vs. olacaktır ama şu anda bulunduğumuz yer, genel olarak bir laçkalığın yaşandığı bir dönem. Bazı değerler unutulmuş, kaybedilmiş ama yerine de çok önemli şeyler konmamış. Böyle bir sarsıntı yaşanmakta.

Mevcut gidişata sığdırmakta ya da uydurmakta en çok zorlandığınız yanınız nedir?

Yine ucu gidip oyunculuğa dayanıyor. Para ve mal varlığının öneminin dorukta olduğu bir dönemdeyiz. Her şey bunlarla ölçülmekte. İşlerin nitelikleri önemsenmeyebilmekte. Belki bunlar elenecek ve insanlar anlayacaklar güzelin, doğrunun farkını. İşte en çok zorlandığım, her şeyin parayla ölçülüyor olması.

Bir bütün olarak hayatınızı gözönüne aldığınızda, kendinizi, ne kadar sistemin içinde, ne kadar dışında görüyorsunuz?

Mümkün olduğu kadar bildiklerimi, doğru bildiklerimi, kendi zevklerimi önplana çıkarmaya çalışıyorum. Dolayısıyla, at gözlükleri takmak istemiyorum. Ancak, benim dünya ile bir ilişkim var. O ilişkiyi kotarmak istiyorum. ‘Toplumdan çekilme’ gibi bir tavrı yanlış buluyorum. İletişim, etkileşim olmadan yaşanmaz. Ben, insanları doğru bildiğim biçimde etkilemek istiyorum. Onların yanlışlarından etkilenmemek kadar önemli bu.

Farklı bir konuda biraz gerilere gidelim: ‘Barış Derneği Davası’nın yakın izleyicisiydiniz. O görüntünün, o günlerde çok dillendirilmese de bir mesajı vardı. O günleri biraz anlatır mısınız?

Tutuklanan ve yargılanan arkadaşlarım da vardı. Yaşanan baskı feci bir şeydi. Ortada, onaylayamayacağım bir rejim vardı. Aslında, benim yaptığım oldukça anlaşılır, basit bir durum. Sözkonusu olan, birileri ya da bir şeylerle ilgileniyor görüntüsü vermek değildi. Mecburiyetler üzerine oturtulmuş bir görev duygusu da değil. Olup biteni düşünüyor ve öyle hareket etmek istiyordum. Bu gayet insanî bir tepki. İnsanların haksızlığa uğramakta olduğunu görüyorsunuz, nasıl kayıtsız kalınabilir ki? Bazı kesimler, bugün bile o günkü davranışlarımı anlayamıyor. İnsan tanınan bir oyuncuysa, bundan, onun herkese hoşgörünmesi gerektiği sonucu çıkarılıyor. Suya sabuna dokunmamalı, fikirlerinizi belli etmemelisiniz. Yani, hiçbir kesimi karşınıza almamak! Bunu yapmayınca, ‘ileri gitmiş’ sayıldım, uçuk bulundum. Severek katlandığım bir sorun bu. Oyuncunun dünyayla ilişkisi olduğu, fikirleri olduğu, bunu özgürce belirtmesi gerektiğine alışılmalı. Sanıyorum alışılıyor da.

Kanayan yaralarımızdan biri Kürt sorunu. Çelişkilerin birçok yönüyle keskinleştiği, silahlı çatışmaların yoğunluk ve yaygınlık kazandığı bu dönemde, kalıcı bir çözüm, dolayısıyla kalıcı bir barış nasıl sağlanabilir sizce? Bugün barış umudu ne kadar?

Kalıcı bir barışın sağlanmasının koşulu, kalıcı ve tam bir demokratikleşmenin sağlanmasıdır. Başka bir çözüm göremiyorum. Toplumsal uzlaşmanın gerekleri tamamıyla yerine getirilmelidir. Şu anda böyle bir durum pek yok. Elbette insanların dile getirdiği yeni bir şeyler var. Eskiden ağza bile alınmayan şeyler bunlar. Ancak, kırılması gereken daha çok yasak ve tabu var. Şu anda dile getirilmesi var ve bu yararlı bir şey. Ancak, söylenenlerin hayata geçirildiğini söyleyemem. Bütün sorun da burada.

Kaosu yaratan çeşitli sorunlar var. Ulusal, sınıfsal, ekonomik vs. En başta da Kürt sorunu yer alıyor. Bu soruna, sizce nasıl bakılmalı?

Askeri değil, siyasi bir çözüm Kürt sorunu için. Talep edilen hakların hayata geçirilmesi gerekiyor. Ne Türk, ne de Kürt milliyetçiliğini savunuyorum. Ne yazık ki dünya çapında böyle bir dalga var. O, çok tehlikeli olabiliyor. Dolayısıyla, olaya sınıfsal bakmanın gerekli ve yararlı olacağı kanısındayım.

huseyin.simsek@gmx.at