Cemal SAYAN /Yunus dergisi / Temmuz-Ağustos-Eylül 1996
Türkiye’de yaşanılan siyasi oluşumlar, ülkede sanat ve edebiyat eserleri ile neredeyse karşı konulmaz bir ilişki içine girmiştir. Çağın tanıklığını yapan sanatçılar, ülkedeki siyasal ve toplumsal çalkantılardan elbette etkilenirler. Bu da tabii olarak, onların eserlerine yansır. Bu anlamda yakın geçmişte yaşanan bazı olayları ve etkilerini edebiyat/sanat eserlerinde çok net bir şekilde görebiliriz: 1908 Meşrutiyetin ilanı, 1923 Cumhuriyetin ilanı, 1960 Devrimi, 12 Mart 1972 Muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi gibi. Türk toplumunun yaşadığı bu tür siyasi ve sosyal olaylar, neredeyse kendi edebiyatını da beraberinde getirmiştir. Aydınlar, bahsedilen olaylar karşısında fikirlerini ortaya koyarken, sanatkârlar da, “yaşananlar”ı eserlerine konu etmeye başlamışlardır. Bu tarihsel süreç içerisinde yaşanan 12 Eylül 1980 İhtilali de, Türk toplumunu hemen hemen her alanda etkilemiştir. Bu yapılanmanın bir tezahürü olarak siyasi partiler kapatılıp siyasal yaşantı askıya alınır. Her alanda özgürlükler kısıtlanır. Resmi ideoloji, basın ve TRT tarafından alternatif dünya görüşü ve yeni yaşam tarzı ciddi meseleleri sorun etmeyen ortalama insanlar tarafından desteklenir. Yönlendirici ve baskıcı bir ortamın doğması, ülkede yeni anlayışların baş göstermesine sebep olur. Ülke sorunlarına ilgi duyan, belli bir ideoloji ve inanç sahibi insanlar, resmi ideolojiyle inançları arasında sıkışıp kalan genç beyinler, hayat tarzlarını, dünya görüşlerini savunmak ve korumak amacıyla yeni arayışlar içine girerler. Ülkede bu olaylar yaşanırken, edebiyatta da bir iç değişim yaşanır. Parti ve derneklerin kapatılmasıyla birlikte, edebiyat dergileri çoğalmaya başlar. Bu yeni değişim, izlerini romandan şiire, sinemadan müziğe kadar her alanda kendini hissettirir. Cezaevi Romanları diye anılan bir moda başlar. Bu tarz romanlarda; Kendi bireyselliğini kavrayamamış ve yanlış yönlendirmeler sonucu cezaevlerini doldurmuş insanların dramlarını anlatılır.
Radikal sol, „cinselliğe” ve “bireyselliğe” yönelirken; İslamcı kesimde de, “tasavvufa” doğru bir yöneliş gözlenir. Bu yeni değişimin ortak paydası “yenilmişlik”, “içe dönüş”, “özeleştiri”, “cinsellik”, “yalnızlık” ve “arayış” olur. Eylül darbesiyle birlikte sanatkârların bulundukları ideolojik katmanlara bir mesaj verme zorunlulukları da ortadan kalkar. Bu durum onların kendilerini daha rahat hissetmelerine ve eskiden bulundukları ideolojik katmanlara karşı eleştirel bir yaklaşımda bulunmalarına imkân tanır. Bu da onları bireyciliğe zorlar. Bu tarz bir eleştirel yaklaşım zamanla “bireysellik” anlayışının doğmasına sebep olur.
1980’li yılların Türk romanında gözlenen en önemli dönemsel moda ise, “iç hesaplaşma” ve “özeleştiridir”dir. Bu romanlarda, 12 Eylül öncesinin militanları ve onların militanlıklarını yaratan gerçek nedenler üzerinde durulur. Bu romanların bir ortak tarafı da “militandaki insani yan”ı anlatma çabasıdır.
Bu tarz romanlar, dönemin yapısı gereği yoğun bir ilgiyle karşılanır ve çeşitli ödüller alırlar. Bu durum, bir taraftan bu kitapların bolca baskı yapmasına sebep olurken, bir taraftan da konunun kamuoyunda tartışılmasına vesile olur. Kimi yazarlar; “Bu romanlarda kendilerini savunamayacak durumda olan insanlar yargılanıyor, bu ise büyük bir haksızlıktır.” diyerek karşı çıkarlar ve bu olay üzerine yoğun tartışmalar olur.
Bir süre sonra, cezaevlerindeki militanlar bu tartışmaya katılırlar. Eserleriyle bu dönemsel modaya bizzat kendileri karşılık verirler. İdamla yargılanan Nevzat Çelik ve Ersin Ergin şiirleriyle militanlıklarının perde arkasını anlatırken, idam cezası yargıtayca onaylanmış olan A.Kadir Konuk ve 1981-85 yılları arasında hapis yatmış olan Hüseyin Şimşek romanlarıyla bu tartışmaya ilginç bir boyut kazandırır. Daha sonra bunlara; Öner Yağcı, Zihni Açba, Remzi Çayır, Hüseyin Şengül, Abbas Çelik, Haluk Kırcı, Yunus Meral vb. gibi şair ve yazarlar da katılır. Bütün bunlardan anlaşılmıştır ki, içeriye düşen insanlar yanlış yönelimler sonucu buradadırlar. Onlar hapishaneye, inandıkları doğruların kaçınılmaz sonucu olarak düşmüşlerdir.
12 Eylül sonrası dönem, her düşünceden insan için bir “içe dönüş” ve “iç hesaplaşma” dönemi olmuştur. Geçmişte yaşanan yanlışların farkına ancak 12 Eylül sonrasında varılmış, açıktan küfredemedikleri geçmişlerini (hain damgasını yemekten çekindikleri için) eleştirel bir yaklaşımla ama temkinli bir şekilde bu eserlerde işlemişlerdir. Kimileri, devrimci mücadeleye katılan insanların bir kısmını dava peşinde koşmaktan çok, kendi “cinselliklerini” yaşamak uğrunda koştuklarını anlatırken; Kimileri de, “bireyin” bu mücadelede yok sayıldığını ve onun bir tanımın peşinde koşan “robot insan” haline nasıl dönüştüğünü anlatmaktadır.
Aradan geçen on yıl, olayların hiç olmazsa biraz daha sağlam değerlendirilmesine imkân vermeye başlar. Artık eserlerin merkezinde yer alan hesaplaşma ve sağ-sol mücadelesi yerini, devlet terörü, emperyalistlerin oyunları ve bir bilinmezlik ortamında yitip giden gençlerin dramına bırakır.
Bu dönemi işleyen filmlerden “Sis”, genç insanların bilinmezlikler içindeki durumlarına projektör tutar. “Kara Sevdalı Bulut” ve “Bütün Kapılar Kapalıydı” adlı filmler işkence ile beraber, bir gerçeğin kabullenilmezliğini de dile getirir. Bu dönem bir süre sonra kendi müziğini de oluşturur. Özgün ya da Devrimci müzik adıyla anılan bu yeni tarz, esin kaynağını -tema ve içerik olarak- hapishane hayatından, işkenceden ve kısaca bu neslin dramından alır.
Tarihin gerçekleri anlatmada yetersiz kaldığı dönemlerde, romancıların tarihle hesaplaşmaları da sanırım kaçınılmazdır. Bu bir bakıma tarihin yeniden yorumlanması anlamına gelir. Ayrıca insanı acılarıyla ve sevinçleriyle yeniden anlatmayı da ihmal etmez. Ancak, roman gibi belirli değişimleri uzun sürede gerçekleştirebilen bu türü sıcağı sıcağına değerlendirebilmek oldukça güçtür. Bu zorluk, her canlının oluşum ve değişim halinde süreklilik arz etmesindedir. Bu yüzden öncelikle; 1980 sonrası romanın genel özelliklerini -ana hatlarıyla- vermek daha doğru olacaktır kanaatindeyiz:
1. 1980 öncesi sosyal durumun 12 Eylül ile kesintiye uğraması, sanat ve edebiyat alanında yeni bir canlılığa sebep olur. Sıcak çatışma ortamının son bulması, ne yazık ki, 1980 öncesi kamplaşmalar ile hoşgörüsüzlüklerin sanat ve edebiyat ortamına yansımasını engelleyemez. Bu yüzden eserlerin sanat değerlerinden çok fikrî ve ideolojik yanları ön planda tutulur. Daha çok “ideolojik-siyasal” standartların geçerliliği genel anlamda sanatın sorunlarını -hiç olmazsa asgari müştereklerini- tartışmayı imkânsızlaştırır. Bunun özellikle romanlara zararı olduğu açıktır. Bu hoşgörüsüzlük, kahramana derin bir muhasebe ve özeleştiri imkânı tanımaktan uzaktır. Böyle bir ortamda romanın teknik ve anlatım sorunlarının çözülmesini beklemek oldukça zordur. Nitelik için kendini bu havaya kaptırmayan ancak 3-5 isim diretebilir. Sanırım bu da bizi; “Türkiye’de ne kadar siyaset varsa, o kadar roman var.” Neticesine ulaştırır.
2. Ülkeyi 12 Eylül’e getiren toplumsal şartların, romancıları ciddi bir özeleştiriye itmemiş olması mevcut kültür ortamında roman için ayrı bir şanssızlıktır. Çünkü biz, Türkiye’yi 12 Eylül’e getiren, şartlardan, o dönemde atılan her kurşundan, yazılan her satırın da sorumlu olduğu kanaatindeyiz. Bu sebeple, 12 Eylül sonrası Türk romanının da belli bir hesaplaşmayla süreceğini ummuyorduk. Evet belli hesaplaşmalar var. Bu anlamda, Ahmet Altan’ın “Sudaki İz”, Leyla Erbil’in “Karanlığın Günü” adlı eserleri sayılabilir. Bunun yanında, özellikle “devrim”e, sosyalist aydına sırt çeviren, halka karşı hayıflanan aydınlar ile henüz içlerindeki boşluklardan kurtulamayan militanların kendi aralarındaki hesaplaşmaları da devam etmektedir.
3. Bazı azınlık çevreleri (aydın, işçi, devrimci, öğrenci vb.) hala romanın tek favorisi durumundadır. Bu durum Türk romanı için olumlu bir gelişme değildir. Hayatları anlatılmaya değer bulunanlar, sadece kavganın içindekiler mıdır?Ya kavganın dışında olanlar, onlar yaşamıyor mu?
4. Batıda objektif bir tabana sahip olan yenilikçi akımlar ve bunlara bağlı teknik yaklaşımlar (Proust, Faulkner, Joyce, Woolf, Musil, Svevo vb.) sanayi uygarlığının sıkıntılarını henüz yaşaya başlayan Türk toplumu için yenidir. Bunların bir çırpıda romana uygulanması olanaksızdır. Yeteri kadar tartışılmadığı için Türk romanının imkanlarını artabilecek bir zemin oluşturamaz.
5. Kadın yazarların görülmesi, romana; Onun için hem bir avantaj hem de dozu kaçırıldığında bir dezavantaj olan ayrıntıları sokar. Roman, günlük yaşantı, çevre, duygular ve izlenimlerle ilgili ayrıntılarla karşılaşır. Batıdaki kadın özgürlük hareketlerinin (feminizm) yansımaları da tematik açıdan romana girer. Elbette kahramanların hepsi Türk kahramanlardır. Ancak kültürel yozlaşma ve toplumsal/kurumsal aşınmalar kadının statüsünü de olumsuz bir biçimde etkiler. Tüm bu olumsuzluklar İslam’a mal edilerek, “din” ve dini değerler anlamsızca suçlanır. Bazı haklı başkaldırılar da olur. Ne var ki, aydın kadınların devreye girmesi, kadının insan ya da birey olarak özgürlüğünü elde etme isteğinin yanında, birden bire “cinselliğini” de ön plana çıkarır. Romanlarda, kadının cinselliğini başıboş ve ölçü tanımaz bir biçimde yaşama isteği dile getirilir.
Bu devirde ortaya çıkan ahlaki çöküntü, burjuvazinin iki yüzlülüğüne karşı “yüssüzlük” anlayışının gelişmesine sebep olur. Bu çelişkiyi bütün yazarların aynı biçimde yaşadığı söylenemez. -Hatta bu anlayışın, aynı ideolojik kümelere mensup yazarlar arasında bile farklı yorumlandığı görülmektedir.- Biz bunu büyük ölçüde Marksizm’de belirli bir ahlak anlayışının bulunmayışına bağlıyoruz.
6. Türk romanının bir taraftan hayatımızla alakadar, ama diğer taraftan realite ile münasebetinin giderek azalması kendisinde oluşmaya başlayan bir kusura da işaret etmektedir. Romanının, günü gününe yaşayışımızla, hayatın yüzeyiyle ve ayrıntılarıyla ilgili olmasına rağmen, toplumunun geçirmekte olduğu köklü değişimi ve hayatın kendisini gerçek manada anlayamadığı anlaşılır. Bu bakış açısı bize, Tanpınar’ın: “Türk romanını günü gününe yaşayışımızla alakadar, fakat bütün bunlara rağmen bu romanı çok defa suni bulmamak, okurken cansızlığına isyan etmemek, hatta realite ile arasında bir münasebet tesis edebilmek de pek az mümkündür.” yargısını hatırlatır. Bu yargının bugün de geçerli olduğu düşünülürse, buna hak vermemek elde değildir.
7. Leyla Erbil, Bilge Karasu, Adalet Ağaoğlu gibi, daha çok hikâyeleriyle tanıdığımız yazarların roman türünde görünmeleri, anlatım ve teknik açısından Türk romanına yeni bir açılım imkânı sağlayabilir kanaatindeyiz.
8. Tarihçilerin eksiklerini romancıların tamamlaması elbette normal şartlarda doğru değildir. Ancak, hep “icat edilmiş” bir tarih yazıldığı sürece romancılar tarihle hesaplaşmaya yeniden tahrik edilmiş olmuyorlar mı? Bir bakıma tarihi, yazılmamış yazıyla yeniden yazmak ve yaşatmak onlara düşüyor. Bu bağlamda başarılı örneklerin olduğu da söylenebilir.
İşte Türk romanı bu şartlar altında oluşumunu sürdürmektedir. 1980’lerde tekrar hız kazanan ve moda olan cezaevi romanları, avantaj ve dezavantajlarını da birlikte getirerek 1990’lara gelinmiştir. Halen tespit ettiğimiz 70 yazar ve 150 civarında roman vardır. Bir de bunlara şiir, hikâye, hatırat ve incelemeleri -ayrıca tespit edilemeyen diğer eseri de- eklersek; 120 yazar-şair 300-400 civarında da eser eder. Bu rakamlar bize, cezaevi edebiyatının 27 Mayıs hareketinden bu yana ne denli geliştiğini göstermeye yeter sanırım.