15 Haziran günü, Viyana’da faailiyette olan VTİD (Viyana Türkiyeli İşçi Derneği) salonunda ve bu kurumun organizasyonuyla bir sunum yaptım. Sunuma vesile olan, 15-16 Haziren İşçi Direnişi’nin yıldönümü olmasıydı. Amaç, bu direnişle ilgili yeterli bilgiye sahip insanlara, aynı yorum ve analizleri tekrar etmek değildi; söz konusu direnişden çıkarılmış dersler ışığında, güncel süreçteki sınıf mücadelesinin din ve ulus kimlikli mücadelerle ilişki ve çelişkilerini (kesişme ve ayrışmalarını) değerlendirmekti. O sunumda dile getirdiklerimin bir özetini, sanal kanallarda da paylaşmak istedim.
Günümüzde sınıf mücadelesinin seyri ve kapsamı
Sınıf mücadelesi, bugün toplumlardaki değişim ve gelişmelerin temel dinamiği olma rolünden uzaksa, ortada önemli bir sorun var demektir. Aynı şekilde, günümüzde de belirli bir toplumu tanıma ve anlamanın en temel anahtarı hâlâ doğru bir sınıflar analizidir. Çünkü tarihte sınıfların ortaya çıktığı günden beri, her türlü sömürüye dayalı toplumsal ilişkiler dönüşerek özü itibariyle devam ediyor. Bu durum, emperyal kapitalizm dönemi için, çok daha açık ve kesin olarak geçerli. Hâlâ artı değere el koyma süreci olarak işleyen bir üretim sistemi var. Metaların üreticiden tüketiciye geçmesi, sömürü düzeyini katmerleştiren dolaşım yöntemleri üzerinden gerçekleşiyor. Dolayısıyla, üretilen mal ve hizmetlerin eşit bir paylaşımı değil, üretici sınıflarla sermaye sahibi sınıflar arasında sürekli derinleşen bir eşitsizlik yaşanmakta.
Bu arada üretici sınıflar da sermaye sınıfları da sürekli bir değişim içinde. Ama en çok da kapitalistler ve dolayısıyla emperyal kapitalizm kendini güncelliyor; ekonominin işleyiş alan ve yöntemlerinde büyük değişimler söz konusu. Günümüz sermaye sınıfının büyük bir kesimi, sömürüyü “mal ve hizmet üretimi üzerinden elde edilecek artı değer”e indirgemiyor. Klasik anlamdaki “meta üretimi”ni eskisi kadar matah saymayıp finansal araçlara yönelen sermayedarlar çoğalıyor. Hal böyle olunca, “meta” denildiğinde ne anlaşılması gerektiği sorusuna, ek ve yeni yanıtlar, açıklamalar da kaçınılmaz.
Bu ifade edilenler, emperyal dönemde başlıca üç grupta ele alınabilecek bütün tekelci kapitalizmler için geçerli. Önceki yüzyılın başından başlayıp artarak, serbest piyasa sistemi ve serbest rekabet değil de (ABD, Kanada, Japonya, AB ülkelerinde olduğu gibi) “oligopolistik/tekelci” piyasa sistemine geçen “büyük sermaye kapitalizmi”; Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Rusya, Doğu Avrupa ülkeleri, Türkî devletlerde ve birçok açıdan farklılıklar taşısa da Çin’de az sayıda ayrıcalıklı kişilerin/grupların kamu kaynaklarını yağmalayarak zenginleşmeleriyle ortaya çıkan ve yasaların kişilere göre çıkarılıp kaldırıldığı sosyalizmden geriye dönüş süreçlerine özgün bir “oligarşik kapitalizm”; piyasalara mühdahalenin bazen çok daha keyfi veya beceriksizce yaşandığı, yolsuzlukların adeta açık bir düzenleme ve uygulama çerçevesinde yürütüldüğü, siyasal veya ekonomik krizin mutlak surette aralıksız devam ettiği Türkiye’deki gibi “ahbap çavuş kapitalizmi”.
Aynı süreçlerde, üretici sınıflar açısından ne gibi dönüşümler yaşandı? Sanayi devrimi, işçi sınıfının homojen bir yapıya kavuşmasını en yüksek boyuta taşımıştı. Kapitalist ekonominin günümüzdeki gidişatı, o homojenliği çok daha büyük boyutlarda parçalayıcı rol oynuyor. Günümüz işçi sınıfında, yeni ve farklı tabakalaşmalar söz konusu ve bunlar önemsenmek zorunda. Dolayısıyla anti-kapitalist mücadeleyle ilgili analizler güncellenmeli ve sınıf mücadelesi, somut dönemle bağı içinde ele alınmalı. Geleneksel tanımlamalarla hem işçi sınıfı hem de tüm üretici sınıflardaki değişimler ve çeşitlenmelerin yarattığı dezavantajlar küçümsenmemeli. Aynı zamanda bu sınıfların ortaya koydukları yeni eylem formlarının eski ezberleri veya kalıpları bozuyor olması (amaç ve sonuçlarına bağlı ele alınarak) bir avantaj sayılabilmeli.
İşçi sınıfının kendi içindeki değişimlerin yanı sıra, artı değer sömürüsüne maruz kalan emekçi kitlelerde büyük bir çeşitlenme söz konusu. “İşçi-köylü” tanımlamasının kapsamı, geçmişe göre çok daha fazla dar kalmakta. Bu durum, işçi sınıfının kapsamıyla ilgili bir tartışma başlattı günümüzde: Meta, hizmet ve bilgi üretenler ayrı sınıflara mı tekabül ediyor, yoksa pıtırak gibi çoğalan yeni emek alanlarının kitlelerini de “işçi” olarak mı tanımlamalı? Bu tartışma süre dursun, ortak bir anlayışa varılacak tanımlama şu gibi: Her geçen gün sürekli çeşitlenen bir “emek cephesi”yle karşı karşıyayız. Güncel dönemin en belirgin özelliği hizmet ekonomisinin, meta üretimiyle boy ölçüşen bir boyut kazanması; meta ve hizmet üreten kitlelerin kapitalizm koşullarında oynadıkları rolün güncellenmiş olması. Hızla gelişen enformasyon teknolojilerinin bilgi üretimine kazandırdığı devasa boyutlar gözlerimizin önünde. Emekçi konumları, mülk sahibi olmaktan ziyade, bilgi sahibi olarak mülkiyetin denetlenmesinden gelen profesyonelleri; teknisyenleri ve yarı-profesyonelleri, masabaşı çalışanları ve satıcıları, bilimum yarı-vasıflıları düşünün.
Yanı sıra, “işsizler ordusu” kapitalizmin önceki dönemlerinde görülmedik bir düzeyde devasa bir kitle. Ki bu kitle, hem üretici sınıflar hem de sermaye sınıfları açısından farklı neden ve sonuçlar dolayısıyla “biteviye büyüyen bir sorun” olarak görülür.
Neoemperyal dönemin kapitalist sistemi kendi yapısal eşitsizliklerini yok etmek bir yana daha da derinleştiriyorken, çok daha hızlı ve sürekli yenilenilenip çeşitlenmekte olan “sömürülen meta ve hizmet üretici kitle”yi en doğru ve eksiksiz nasıl tanımlamalı? “Emekçi sınıflar bloğu” mu? Güncel dönemdeki sınıfsal mücadeleyle ilgili birçok soru, kelimenin gerçek anlamında sömürüsüz ve sınıfsız bir gelecek için yanıtlanmayı bekliyor.
Sınıf mücadelesini öteleyen kimlikler
“Geçmiş”, hiçbir toplumda ve hiçbir zaman tamamen geçmiş olamıyor, toplumların “bugün”leri ve “gelecek”leri üzerinde etkisini sürdürüyor. Dünyanın, 1990’lardan itibaren çok daha belirgin bir şekilde içine yuvarlandığı hal ve gidişat, “geçmiş”e dönüldüğünü düşündürüyor insana. Hele hele bugün yaşanmakta olanlar! Her devirde siyaset yapmanın elbette farklı düzlemleri olageldi. Soy, inanç, ulus, uluslararası, ulus-üstü ya da ulus-ötesi gibi. Birey, sınıf, sosyal tabaka, alt-grup gibi. Bu düzlemler, her bir dönemin belirli toplumsal, siyasal ve ekonomik örgütlenmelerince belirlendi hep. 1990’lardan sonra girilen sürecin en belirgin özelliği ise sınıf mücadelesinin perdelenmesi olageldi.
Sınıf mücadelesinin başlangıç ve bütün zamanlar için temel gerekçesi/nedeni ekonomiktir. Küçük bir azınlığın, çoğunluğu ekonomik olarak sömürmesi en temel sorundur. Tabii ki sömürünün bu temel alanındaki gidişat, hayatın bütün diğer alanlarında da etkili olur. Emperyal kapitalistlerin en büyük korkuları da sömürülen geniş kitlelerin bunu bilince çıkarmalarıdır. Sınıf mücadelesinin perdelenip unutturulması stratejisinin son otuz beş yıldan beridir neoemperyalistler tarafından “genel bir dünya hali” konumuna taşınması boşuna değil. Siyaset yapma tarzı, medya, akademi, sivil toplum kurumları -tarihte görülmemiş bir düzeyde- bu amaç için kuşatılıp araçsallaştırıldı.
Hem birey hem de kurum bazında sınıf mücadelesine ağırlık verel sol siyaset geriledi. Hatta kimyası bozuldu, azımsanmayacak ölçüde ezilen/azınlık dinî inançlar ve etnik kimlikler siyasetine gâh indirgenebildi, gâh eklemlenebildi. Söz konusu durum, sol siyaset odaklarının çevrecilik, kadın hakları, LGBT hakları, hayvan hakları gibi çok sayıda başka alanlarda da yaşanır oldu. Sol siyaset öznelerinin önemlice bir kesimi, geçmişte dinî veya inanç, ulusal veya etnik, kadın, LGBT, hayvan hak ve özgürlükleri, doğanın korunması mücadelesini kendi tekelinde görmeyi, kendini bunlardan biri ya da birkaçıyla tanımlamaya vardırdı. Oysa kendini sol siyaset cenahında görmeyen birçok (muhafazakar, sağcı, liberal, apolitik) kişi ve kurum da bu hak ve özgürlükler için örgütlenmiş, kendince mücadele etmekte. Bu hakları savunmanın önkoşulu, solcu olmak değil.
Madem ki her siyaset, hukuk, kültür, sanat; belirli bir ekonomik temel üzerinde ve belli bir siyasal yapı çerçevesinde varolup hayat bulmakta, sol siyasetin özünde veya temelinde de ekonomik sınıf mücadelesi olmalıdır. Elbette amaç, kapitalist sistemi sadece ekonomi boyutuyla değil, yaşamın her alanına yönelik değiştirmek ya da dönüştürmektir.
Sınıflarüstü kimliklerle siyaset yapmanın neden ve sonuçları
Ulusal ve dinî kimlikler, sınıflarüstü bir kapsayıcılıktadır. İster ezen, ister ezilen konumda olsun, her ulus farklı sınıf ve sosyal tabakalardan oluşur. İster muktedir olsun, ister baskı altında tutulsun her din, her dinî aidiyet, aynı ulusun farklı sınıf ve sosyal tabakalarına ek olarak, farklı ulusları da içine alır. Yani dinî aidiyet genellikle, “ulus” ya da “ulusal topluluk” olma halinden çok daha geniş bir kapsayıcılığa sahiptir. Kadın ve LGBT birey kimliği, bütün uluslarda ve inançlarda, bütün sınıf ve sosyal tabakalarda fiiliyatta rastlanan bir kimliktir.
Özellikle de bir devlet yapılanmasına sahip belirli bir toplumda (temel araçları öncelikle siyasi parti, hareketler ve cepheler olan) iç siyasi iktidar mücadelesi ulusal, dinsel kimliklerinden birinin inisiyatifinde ve iktidarı kendi tekeline almak amacıyla sürdürülüyorsa eğer, seferber olmuş sınıf ve sosyal tabakalardan bir bölümü kandırılıyor demektir. Eğer, söz konusu devlet yabancı bir işgale ya da ilhaka maruz kalmamışsa, yürütülen ezilen ya da bağlı bir ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmaya yönelik bir mücadele değilse! Bir ülkenin işgali, ilhakı gündemdeyse hem “yabancı güç cephesi”nde hem de “yerli cephe”de çok etnisitelilik, çokinançlılık kaçınılmaz! Ezilen bir ulus kendi kaderini tayin etme hakkını kullanmak istediğinde, kapsadığı bütün sınıflardan insanların seferber olması da öyle!
Her iki durumda da verilmesi gerekli olan mücadele, o toplumun “sol özneleri”ni aşan ama kapsayan bir mücadeledir. İnanç veya ulus kimlikleriyle iktidarı hedefleyen siyaset yapmanın arkaplanı ile sınıf mücadelesinin arkaplanı ve nihai amacı gerçekte örtüşmez. Dolayısıyla, belirli bir etnik veya dinî kimliğin başat kılınacağı bir siyasi iktidar mücadelesinin “sol’dan” verilmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Anti-kapitalist sol bir odak ile inanç veya ulus kimlikleriyle siyaset yapmanın biçim ve sınırları farklıdır. Bu mücadeleler, farklı hak ve özgürlük talepleri içindir, farklı yol ve yöntemlerle yürütülürler. Anti-kapitalist bir sol, kapitalist sistemi değiştirme mücadelesi sürecinde başlatacak şekilde, sadece sınıfsal eşitsizlikleri değil, her türlü eşitsizliği gidermeyi görev edinir. Burada, “alana yönelik siyaset” söz konusu olacaktır.
Ezilen her kimlik, eşit hak ve özgürlükler elde ederek bu halinden kurtulmak ister. Siyaset yapma amaç, biçim ve sınırları buna ayarlıdır. Bunun, siyasi iktidara yönelik mücadele içinde olan diğer (aynı zamanda sol/sosyalist) odaklarla ilişkisi, önemli ama dolaylıdır. Doğal olarak, ezilen uluslar, ulusal topluluklar, dinî inançlar hak ve özgürlüklerine nasıl bir iktidar altında kavuşacaklarına inanıyorlarsa, kendi mücadelelerinin de öyle bir iktidarın kurumlaşmasına hizmet etmesini isterler. Doğru anlaşılmak için tekrar vurgulamakta fayda var: Emeğini, iş gücünü satarak yaşamını sürdüren üreticilerin sınıf mücadelelerinin temelini ekomomi oluşturma da bu mücadelenin belirleyici sürdürülüş yol ve yöntemleri siyasidir, nihai olarak siyasal iktidarı hedefler. Bu mücadelenin araçlarının başında anti-kapitalist partiler, hareketler, cepheler gelir. Kitlesel bazda ise ağırlıkla aynı (en azından benzer) ekonomik ve siyasî faydaları kesişen sınıflar ve sosyal tabakalar tarafından yürütülür.
Anti-kapitalist siyasî odaklar; ezilen bir ulus, ulusal veya dinî topluluğun eşitlik mücadelesini her koşulda savunur, prorogramına koyar, güncel pratik içinde destek verir. Kendi kuracağı sistem koşullarında bütün ulusal, dinî kimliklerin temel hak ve özgürlüklerinin tanınacağını, teminat altına alınacağını kitlelere açıklıkla deklere eder. Ancak o kimliklerin her birinin çıkarlarını, kendileri için temel mücadele alanı olarak belirleyemezler. Sınıf mücadelelerinin esasını ezilen bir ulus, ulusal veya dinî topluluğun çıkarlarına indirgeyemezler. Ezilen bir ulus, ulusal veya dinî topluluğun mücadelesi başat bir konum kazanmışsa, o mücadelenin ezilen tarafın yararına en kısa zamanda sonuca ulaşmasına katkıda bulunurlar elbette. Neden?
- Çünkü söz konusu olan haklı/gerekli bir hak ve özgürlükler mücadelesidir.
- Çünkü egemen sınıflar cephesi, bu tür sorunları sınıf mücadelesini arka plana atma taktiği olarak devrede tutar hep.
- Çünkü sınıf konumlarının yanı sıra, sahip oldukları ulus, ulusal veya dinî azınlık gibi başka kimliklerinden dolayı da hak ve özgürlüklerinden mahrum kitleler; ezilen de olsa kendi ulusu, ulusal veya dinî topluluğunun “sınıflarüstü” diye sunulan ama aslında egemenlerinin çıkar ve amaçlarına hizmet edecek şekilde bir tuzağa düşürülemesinler.
- Çünkü, toplumlardaki azınlıkları parsellemek, çitlerle etraflarını örmek, onları sosyal, sınıfsal, siyasal açıdan bağdaşabileceklerinden izole etmek; “ana iktidar” altında “yavru iktidar adacıkları” oluşturmaya götürür sadece.
Bir toplumda azınlık konumda olan ulus, ulusal topluluk, dinî inanç gibi aidiyetler adına ya da bu perspektiflerle partileşmek (istisnaları olabilirse de) faydalı bir şey değil. Çoğunluğu oluşturan ulusun, dinî inancın iktidarı tekeline alışına karşı verilen mücadelenin amacı, ezilen ve aynı zamanda azınlık konumunda olan ulusu, dinî inancı iktidar tekeli sahibi yapmak olamaz. Ezilen kimlikler adına mücadele edenlerin, mevcut en alt kurumlarından en üst kurumlarına kadar birçoğunun uyguladıkları kurumsal demokrasi barometresi, kurum içi hak ve özgürlüklerin düzeyi göz önüne alındığında bu durum çok daha açıkça görülür.
……………………..
huseyin.simsek@gmx.at